Bu blogda yer alan logolu içerikler NK Hobisel İşler'e aittir. İzinsiz kaynak gösterilse dahi ne yazılı ne de görsel içeriğin kullanılması yasaktır.

Sahne Alıntıları (Beni Kalbine Yaz)

 Geçmişin Gölgesinde'yi ve Son Mektup'u aynı anda yazarken Eylül (GG'de) ile Ahmet (SM'de) karakterlerinin bir türlü mutlu olamamaları ve tuhaf bir şekilde birbirlerine uygun olmaları sebebiyle hikayeleri birleştirip sonra da "Beni Kalbine Yaz" ismiyle yeni bir hikaye yazdım.  

  Yazar : NK

 5.Bölümden aksiyonlu bir sahneyle açılış yapalım  

"Şirkete geldiğin günden beri canımı çok fena sıkıyorsun Meral!"

Bizim Bayan Sağ Kol kızgın bir halde Meral'in üzerine yürüyünce dayanamayıp "Biliyor musun Meral bu Cilveli Köstebek'te bu salona ayak bastığından beri benim canımı çok fena sıkıyor. Neden böyle oldu acaba?" diyerek yanlarına gittim ve gitmem yetmiyormuş gibi bir de elimde tuttuğum şampanya kadehini "yanlışlıkla" şu Derya denen hatunun üzerine boca ettim. Artık kenara çekilmesinin vakti geldi diye düşünmüş olmalıyım. Böyle anlarda bedenim benden bağımsız hareket edip bu tarz "yanlışlıklar" yapabiliyor. Yani tamamen istemsizce yapılan bir hareketti bu.

Kadın şaşkınlık içinde üstüne başına bakarken Meral'in şok dolu bakışlarına aldırmadan üzülmüş gibi davranarak "Aaa! Affedersin elimden kaydı "galiba" neyse canım üzülme zaten geceye cenaze levazımatçısı gibi simsiyah katıldığın için davetliler üzerindeki lekeyi fark etmeyecektir. Sen asıl referansına işlenmesi muhtemel olan diğer lekeni temizlemeye bak" deyiverdim.

Ah bu çenem yok mu bu çenem... Kopsun diyeceğim sandın değil mi? Ne münasebet canım! Tabii ki de bu ara sıra ayarı elden kaçan ama lafı da çoğunlukla gediğine oturtan çenem iyi ki var.

Kadın mahvolan elbisesi için tasalanmayı bırakıp hemen bana doğru döndü. Ama ne dönüş! Sanırsın arenaya çıkmış iki kızgın boğayız ve birbirimize kırmızı bir bayrak sallıyoruz. Kafa kafaya gelmemiz an meselesi yani. Valla kollasın kendisini zira kafam oldukça sağlamdır. Fena üzerim dokunmaya teşebbüs edeni!

Kadın Meral'i tamamen bırakıp bu sefer de benim üzerime doğru yürüyerek "Sen kim olduğunu sanıyorsun da Derya Üstündağ ile böyle konuşmaya cesaret edebiliyorsun!" deyince özür dilerim ama gülmeden edemedim. Kendisinden Derya Üstündağ diye mi bahsediyor? Ah! Bütün ciddiyetim gitti görüyor musun?

Burnumun dibine kadar girdiğinde gözlerimi kısarak "Ben Eylül Acar'ım da bence bu soruyu uzman bir görüş eşliğinde asıl sana sormak lazım. Belli ki burada kendisini üstün bir varlık gibi gören bir tek sen varsın. Bu hastalıklı bir durum biliyorsun değil mi? Gömleğinin kollarını arkandan bağlayıverirler haberin bile olmaz" dedim. Aaa! Kızdı. Dişlerini sıkarak "Hadsiz!" derken bir saniye bile beklemeden Atahanların arkasından iş çevirip onları satışa getirmeye çalışmasını kastederek "Seyyar satıcı!" dedim ve hemen ardından da alaycı bir tavırla "Mecazı anlamda yani" demeyi de ihmal etmedim.

Şu çalkalayıp çalkalayıp mantarı hızla çıkarılan şampanyalar gibi köpürdü kadın. Huyum kurusun iyi de çalkalarım. Sanırım bu konuşma sonrası benim Meral kadar narin bir kız olmadığımı da böyle lafların altında kalamayacağımı da anlamıştır. Anlamadıysa da ben bir ara hızlandırılmış olarak ona anlatırım.

Kıpkırmızı olmuş bir yüzle bir Meral'e bir de bana bakıp elindeki su bardağını bir kenara bıraktı ve bana doğru dönüp tehditkar bir tavırla gözlerini kısarak "Bunu kenara yazdım Eylül Acar! Seninle yeniden karşılaşacağız ve inan bana bu karşılaşma hiç hoşuna gitmeyecek" dedikten sonra yanımızdan ayrıldı. Ateş olsan ne kadar yer yakardın? Neyse metrekare hesabını bir kenara bırakıp bahsettiği karşılaşmanın gerçekleştiği sırada bunu ona bizzat sorarım.

Onun söyleyişiyle "Derya Üstündağ" yanımızdan giderken bana da arkasından "Su verenlerin çok olsun tatlım" diye seslenip getirdiği suyu da bir dikişte içmek kaldı tabii. O değil de fena ayar oldum ben bu Bayan Sağ Kol'a yalan yok. Bunu da suyu içtikten sonra Meral'e dönüp "Taktım ben bu kadına elimden çekeceği var. Şansına tam da depresyonun eşiğinde olduğum döneme denk geldi. Allah yardımcısı olsun" diyerek belli ettim.

Bunu söyledikten hemen sonra da Meral'in endişeli bakışlarını takip ederek terasa doğru baktım. Ne olduğunu anlayamadım ama doktor ve Selim Bey de tartışıyor gibiydi. Meral ile birkaç adım yaklaşıp iki kardeşin konuşmasını izlerken "Onlara ne oldu?" diye sorduğumda tam Meral "Durum çok karışık ne sen sor ne de ben söyleyeyim" diyordu ki doktor hiç beklenmedik bir itirafa imza atıp kardeşine "Meral ile aramızda düşündüğün gibi ne bir aşk ne bir duygusal yakınlık hiçbir şey olmadı olamaz da çünkü ben sandığının aksine onu değil uzun zamandır Derya'yı seviyorum. Anladın mı şimdi?" diyerek bombayı patlattı. Hepimiz anladık galiba.

Bir itirafta da ben bulunayım mı? Aramızda kalacak ama. Kayıt dışı niteliği taşıyan bir itiraf bu. Doktorun ağzından bunu duyduğum anda gözlerimin önünden bu geceki karşılaşmalarımız geçip gitmeye başladı. O uzun koridorda birbirimize bakarak yürüyüşümüz Meral ile konuşurken aniden arkasını dönüp göz göze gelişimiz ve birbirimize temas etmemeye çalışarak geçip gidişimiz... Hepsi birer film şeridi gibi kırmızı alarm çala çala konvoy halinde ilerliyordu. Bu neden oldu emin değilim ama söylediği şeyin benim üzerimde negatif bir etki bıraktığı kesindi.

Onların arasında da bizim aramızda da derin bir sessizlik oldu. Ne itirafmış arkadaş herkesi sus pus etti. Donuklaşan bakışlarımla iki kardeşi daha doğrusu doktoru izlerken kendime engel olamayıp buruk bir ses tonuyla da "Ooouv! Gecenin itirafı doktordan geldi" dedim. Garip bir andı. Meral ne düşüneceğini bilemez bir halde yan gözle bana bakıp "Ahmet Bey ile ilgili seni yönlendirmeye çalıştığım için özür dilerim. Ben sanmıştım ki..." dediğinde bize aracı olmaya çalıştığı için çok üzüldüğünü hissettim ve benim açımdan bir sorun olmadığını belli etmek için hafifçe tebessüm ederek "Sıkma canını Meral ben zaten kimseyle ilgili beklenti içine girecek durumda değilim. Benim hâlâ kendi içimde çözmem gereken şeyler var" dedim.

Bunu dedim de o bana karşı çok mahcup oldu sanki. Ama olmasın. Onun ne suçu var ki? Gönül bu nereye konacağını kestiremiyor işte. Baksana onca gül papatya menekşe varken gitmiş kaktüse konmuş. Bu saatten sonra saygı duymaktan başka yapacak bir şey yok gibi görünüyor. Gönül bu gibi durumlarda o kaktüsün üzerindeki dikenler canını yakmadan laf dinlemiyor maalesef. Bir kaktüszede olarak söylüyorum ki umarım bu cesur yürek bu sevdayı en az hasarla atlatır.

"Derya mı?"

"Evet Derya"

"Ben sanmıştım ki..."

"Her ne sandıysan yanılmışsın Selim. Ben Meral'e asla düşündüğün anlamda bakmadım bakmayacağım da. En başından beri onun seni senin de onu sevdiğini bilmiyor muyum sanıyorsun? Ben Meral'e hayatımda değer verdiğim bir arkadaşım ve aynı zamanda da kardeşimin sevdiği kadın olarak yer verdim. İçini rahatlatacaksa söyleyeyim. İki dünya bir araya bile gelse biz Meral ile ağabey kardeş ilişkisinden öteye bir adım dahi gidemeyiz. Adım kadar eminim o da benimle aynı düşüncededir"

Onları dikkatle dinlerken bu söylediği şeyi takdir ederek "Ne kadar sakin ve net konuşuyor. Kardeşinin kızgın olduğunu bildiği için alttan alarak tansiyonu da düşürüyor. Bu iyi bir şey..." dedim. Yangına körükle giden insanların aksine yangına bir kova suyla gitmiş olması ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti. Ta ki Selim Bey "Neden bunca zaman aksini düşünmeme sebep olacak şekilde davrandın o zaman?" diyene kadar. Az önce takdir ettiğim adam kardeşine dik dik bakıp sert bir tonlamayla da "Kız diye! Bu bahaneyle sinirden küplere binip üstüme gel ve artık benimle yüzleş diye! Onca yıl biriktirdiğin tüm nefretini üzerime kus bağır çağır istersen yine vur ama şu anlamsız kinini artık bitir de hayatımıza devam edebilelim diye!" demez mi? Ne oluyor Allah aşkına?

Bu beklenmedik çıkışla resmen şok oldum. Bunu ister istemez ifademe de yansıtıp kaşlarımı çatarak "Ne diyor bu ya! Ay nazar değdirdim yangına körükle gitmek bu olsa gerek. Resmen gözümüzün önünde elindeki bir kova suyla yangın çıkardı adam!" dedim ve konuşmanın devamını dinlemek için bakışlarımı Meral'in üzerinden çekip tekrardan onlara doğru döndürdüm. İkisi de çok sinirli gözüküyordu. Gerçekten de yılların öfkesi çıkıyor olmalı.

"Anlamsız mı? Sen hâlâ neye sebep olduğunun farkında değilsin değil mi? Üzerinden bunca yıl geçti ama bu süre içinde beni birazcık anlamaya çalışıp yaptığın şeyi de bir kere bile olsun sorgulamadın değil mi!"

"Biz seninle olaylara aynı pencerelerden bakmayı başaramıyoruz Selim! Ben doğru olanı yaptığımı biliyorum sen ise anlayamadığım bir şekilde aksini düşünüyorsun!"

"Anlamadın anlamayacaksın da çünkü sen annemiz için elinden geleni yapmıştın Ahmet!"

"Bunu biliyorsan bu öfke niye o zaman?"

"Bu öfke niye söyleyeyim de o profesyonel kimliğinin bakış açısını biraz genişlet! Sen elinden geleni yaptın ama ben annem için hiçbir şey yapamadım. Annemin ölümü içimde hep bir soru işareti hep bir acaba ile gömülü kaldı. Onun için çabalamama bile izin vermedin. Onun için elimden geleni yapmama ya da yapabilecek birini bulmaya çalışmama olanak tanımadın. Beni içimde acaba annemi zamanında kurtarmak için elimden bir şey gelebilir miydi sorularıyla yaşamaya mahkum ettin!"

"Böyle olmasını annem istedi Selim! Hasta olduğunu bilmenizi istemedi"

"Ne olursa olsun bana söylemeliydin! Ben olsaydım bu hakkını elinden almazdım. Bir oğul olarak görevlerini yapmana mani olmazdım"

"Özür dilerim!"

"Özrün bizi o günlere geri döndürmedi görüyor musun? Döndürmeyecekte! Hasta olduğundan bile haberdar olmadığım annem senin değil benim kollarımda öldü Ahmet ve sen bunun ne demek olduğunu hiçbir zaman anlayamayacaksın!"

"Ne yapmamı istiyorsun peki?"

"Benden uzak dur Ahmet... Benden uzak dur!"

Selim Bey son sözlerinin ardından sert adımlarla bize doğru yaklaşıp yanımızdan bir hışımla geçip giderken doktor da olduğu yerde kaldı. Bu konuşma ona epeyce ağır gelmişe benziyor. Meral'de ondan pek farklı değil. Yüzünde öyle garip bir ifade var ki sanki duydukları onu yıkıp geçmiş gibi. Kazara dokunsam kırılacak dökülecek binbir parçaya ayrılacakmış gibi görünüyor. O neden bu kadar etkilendi acaba?

Bir onun halini bir de terasın korkuluklarına tutunarak aşağıya doğru bakan doktoru izlerken ne düşünmem ya da ne yapmam gerektiğini bilemedim. Sadece Meral'in çok kötü bir halde olduğunu görüp zorlukla yutkunmaya başladığını fark edince kendisine gelsin diye kolunu tuttum ve hemen ardından da "Selim Bey iyi görünmüyordu bence arkasından gitmelisin Meral" dedim.

Sanki deminden beri buz kesmişti de bunu söylemem onu yavaş yavaş çözüyor gibiydi. Ağır hareketlerle bana doğru dönüp boş boş baktıktan sonra başını salladı ve yan gözle doktora bakıp "Güçlü durmaya çalışıyor ama aslında değil. Onunla kalır mısın?" dedi. Kim? Ben mi! Nasıl yani benim ne faydam dokunur ki ona? Onu tanımıyorum bile...

Benden istediği şey sonrası gözlerimi kaçırıp bunun doğru olup olmayacağını düşündüm ama sonra bu düşünceleri başımdan savarak tekrardan Meral'e baktım. Gerçekten çok kötüydü ve gözleri dolmuş bir halde benden bir cevap vermemi bekliyordu. Uzatmanın bir manası olmadığını düşündüğüm için başımı tamam dermiş gibi sallayıp "Merak etme onu yalnız bırakmam" dediğimde Meral de ağlamaklı bir halde bana teşekkür ettikten sonra hemen Selim Bey'in ardından gitti.

Yalnız bırakmam dedim ama onun için ne yapabilirim hiçbir fikrim yok. Garip bir hisle sırtı bana dönük olan adama baktıktan sonra gözlerimi üzerinden ayırmadan sessizce yanına doğru yaklaşmaya başladım. Elbet söyleyecek ufak tefek bir şeyler bulurum herhalde. En kötü ihtimalle büyük saçmalarım bu da zaten gülmesine neden olur. Belli bir mesafede durduktan sonra dudaklarımı kemirerek beklemeye başladım. Kendisini iyi hissetmesini sağlayacak o sihirli sözleri bir türlü bulup çıkaramıyorum ve bu da canımı sıkıyor. Neyse bir yerden başlayayım da sonu bir yere varır herhalde.

"Hayat sevdikleriyle sınarmış insanları...

Ne kadar dayanıklısınız ne kadar bağlısınız test etmek istermiş.

Görmek istermiş sunacağı güzellikleri hak edip etmediğinizi.

Her şeye rağmen hâlâ bir umut taşıyorsanız ve aranızdaki o bağa sıkı sıkıya tutunuyorsanız da sizinle uğraşmaktan vazgeçip rahat bırakırmış.

Bence iki kardeş olarak yaptığınız bu konuşma ve şu an ki üzgün halleriniz o bağın hâlâ sağlam olduğuna işaret ediyor.

Benden uzak dur demesi de sakın yıldırmasın seni çünkü bunca zamandan sonra birbirinizi yok saymayıp açılabildiğinize göre sizin için de hâlâ umut var demektir.

Aslında kızmadı da sana...

Anla beni diye haykırdı.

Acı çektim hâlâ daha çekiyorum ve ne yaparsam yapayım yok olmuyor demek istedi.

Belki de bunu sana şimdi söylüyorum çünkü bu duyguyu tek başıma nasıl yok ederim bilmiyorum demeye çalıştı.

Yardım et demek istedi belki de..."


........::::::::__Ahmet__::::::::........

Terasın demirlerini sıkıca tutup kardeşimin gidişini üzgün bir halde izlerken bu sözleri işittim. Kalbimde sıra dışı bir hareketlenme olduğunu gizleyemem. Bu seçilen kelimelerden mi kaynaklandı yoksa kulağıma ulaşan sesin o hoş tınısından mı kaynaklandı bilmiyorum ama her neyse ben de bir karşılığı olduğu açıktı. Bu sözlerin üzerimde yarattığı etkiyle arkamda kimin olduğunu anlamak için döndüğümde ise sorularım cevap buldu çünkü tam karşımda onun olduğunu gördüm. Yani Eylül'ün. Onu beklemediğim bir anda görmenin şaşkınlığıyla o güzel yüzüne uzun uzun bakarken aklımdan geçen tek şey "Sesi de güzelmiş" oldu. Evet onca şeyden sonra aklıma ilk düşen şey bu oldu.

Eylül ise bu düşüncelerimden habersiz huzursuz ama bir o kadar da duru bir tavırla kardeşimi kastederek "Üzülme... Sadece haklı olduğunu düşünsen bile onun da neden böyle hissettiğini anlamaya çalış" dedikten sonra cam gibi parlayan gözleriyle gözlerime bakarak "Her zaman tek bir doğru yoktur be doktor! Senin doğrunla bir başkasının doğrusu aynı noktada birleşmez bazen. Bir fotoğraf görmüştüm yerde bir rakam yazılıydı. İki adam karşılıklı durmuş ona doğru bakıyordu. Düşün bir kere sen o yerde yazan rakamın altı olduğuna bu kadar eminken o da dokuz olduğuna bir o kadar eminken hanginiz haklı çıkabilir ki bu durumdan? Çıkamazsınız. Karşınızdakinin inadını neden kırmadığını ya da neden düşüncesini bu kadar körü körüne savunduğunu anlamak için o yerdeki rakama bulunduğunuz noktadan çıkıp bir kez de birbirinizin yerinden bakmanız gerekir. Kendi gözlerinizle değil onun gözleriyle görmeniz lazım bazen de" dedi. Hiçbir şey söyleyemeden birkaç adım yanına yaklaştım ve söylediklerini düşünerek ona hayranlıkla bakıp "Empati yap diyorsun yani" dedim. Tebessüm eder gibi oldu ve görmemem içinde başını başka yöne çevirip "Çok uzattın iki kelimeyle de anlatabilirdin diyorsun yani" dedi. Her hareketini dikkatle inceleyip "Ama itiraf etmeliyim ki o zaman bu kadar etkileyici olmazdı" dediğimde gözlerimiz tekrardan buluştu.

Böyle olunca da tekrardan ciddileşip sözlerine "Meral ile ilgili olan sorun netliğin sayesinde çözülmüşe benziyor ama annenizle ilgili olan konuda biraz çabalamalısın. Hatta gözünü korkutmak istemem ama çok fazla çabalaman gerektiğini de söylemem gerek. Kardeşinin tarafından bakmayı öğrenip onu anlamaya çalışman lazım. En önemlisi de onu anlamaya gönüllü olman lazım" diyerek devam etti. Derin bir nefes alırken başım ister istemez eğildi ve o anla beraber hiç düşünmeden "Ona aynı şeyi tekrardan yaşatabilirim" dedim. Bunu dememem gerekiyordu.

Doğal olarak Eylül'ün bakışlarında bir değişim oldu ve bana neden böyle söylediğimi sordu. Ona Meral de hasta ve durumunun şansa kaldığını aynı annem gibi Selim'den saklıyor ben de doktoru olarak onun kararına saygı duymak zorunda kalıyorum diyemem ki.

 Bu sorusunu cevaplamadan birkaç saniye sessiz kalıp sonra da "Aramızdaki sorunu çözmek için elimden geleni yapacağım. Başarabilmem için dua eder misin? Bu benim için çok önemli" dedim. Bakışlarımdan bir mana çıkarmaya çalışsa da bunu başaramamış olacak ki kaşları düşünceli olduğunu belli edercesine çatıldı.


........::::::::__Eylül__::::::::........

"Neden benim dua etmem bu kadar önemli?"

Bu kadar önemli bir konuda neden benden medet umuyor ki? Beni tanımıyor bile. Sorumu yanıtlamasını beklerken doktor dudağını hoş bir tavırla büzüp "Uğurun olduğuna inanmak istiyorum diyelim" dedi. Söylediklerini düşünüp şaşırarak bakarken "Edecek misin?" diye sorunca kısılan gözlerimi bir iç çekerek normalleştirip "Kendini iyi hissetmene neden olacaksa... Evet ederim. Hem de tüm kalbimle ederim" dedim. Bunu söylememin ardından aramızdaki mesafeyi belli bir düzeyde tutan o son birkaç adımı da atıp tam önümde durdu. Normalde bu hareket sonrası onu biraz geri itip "Hop! Ağır ol bakalım" demem gerekiyordu ama nedense bunu yapamadım. Belki de bakışlarındaki samimiyetten dolayı bir tehdit hissetmediğim içindir.

Gözlerimiz birbirimizin gözlerinde gezinirken çok etkileyici bir ses tonuyla "Güzel olan sadece yüzün gülüşün sesin ya da yürüyüşün değilmiş" dedikten sonra ne demek istediğini anlayamamış gibi bakmam üzerine tebessüm edip sözlerine devam etti ve işaret parmağıyla kalbimin üzerine bir iki yumuşak dokunuş yapıp "Korumaya al onu... İncinmesine kirletilmesine yıpratılmasına izin verme. Camdan bir fanustaymış gibi sakla her türlü kötülükten. Yerini de kimseye söyleme. Bırak sadece içindeki güzelliği gerçekten fark edebilen bulup açsın kapılarını. O zaman da kulağına fısıldanan sözlere güven ki değer bulacağı gönüllerde atmaya devam edip hak ettiği güzellikleri yaşasın" dedi. Elini geri çekerken hâlâ birbirimize bakıyorduk. Kahretsin! Etkilendim galiba.

Engellemeyi başaramadığım bir şekilde gülümsememi sağlayan bu hareket sonrası bakışlarını benden alarak başka yöne çevirdi.

Hakkını vermek gerekir ki birine kalbinin güzel olduğunu belirtmek için oldukça hoş bir yoldu.


Eylül bebeklerden tırsan bir tip (korku filmlerindeki bebekler yüzünden) Alttaki de Ela'nın kızına bakmak zorunda kaldığı bir sahne

"Eylül biraz Rüya'nın yanında kalır mısın? Uyuyor zaten"

"Uyanana kadar gelirsin değil mi? Ela beni bu küçük cadıyla yine yalnız bırakma ne olur"

"Eylül kızımdan bir canavarmış gibi bahsetme lütfen"

"Ne bileyim ya kalabalık ortamda iyi de yalnız kalınca korkuyorum ben bu bebeklerden"

"Neden?"

"Elektriğimiz tutmuyor işte! Ağlar şimdi susturamam da"

"Bir şey olmaz. Ağlarsa kucağına alıp sırtını bastırmadan hafif hafif ovuşturursun baktın işe yaramıyor hemen o her zaman mırıldandığım ninniyi söylersin tekrar dalar"

"Ben ninni falan söyleyemem"

"O an ki korkundan arya bile söylersin Eylül merak etme"

"Sağ ol Ela içimi rahatlattın!"

"Korkma benim minicik kızım yemez seni ben de hemen dönerim"

Ela merdivenleri çıkarken ufaklığa şöyle bir bakıp "Uyu teyzem sen bakma bu annene o hâlâ lohusa kafasında ne dediğini bilmiyor" dedikten sonra ses çıkarmamak için büyük bir özen göstererek koltuğa geri oturdum. Derginin sayfaları da hışırtı yapınca boş boş oturmaktan başka bir şey de yapamadım. Bebişe bak bacak kadar bile olmayan boyuyla karşısında mum etti beni!

Bu arada Ela'nın her zaman mırıldandığı ninni neydi ki? Şimdiden afakanlar bastı. Nefes almak için pencereyi de açamıyorum çünkü içeride bebe var! Gözlerim Ela'nın aşağıya inme olasılığına karşı merdiveni kollarken dakikalar sonra telefonum çalmaya başladı. Hay aksi! Yerimden hızla kalkıp telefonumu çantamın içinden çıkarmaya çalışırken de doğal olarak Rüya ses yüzünden uyanıp ağlamaya başladı. Çıkan sesin cırtlaklığını duymadığına sevinmelisin.

Telefonu kimin aradığına bile bakmadan açıp "Bir saniye!" dedikten sonra onu bir kenara bırakıp zırıl zırıl ağlayan Rüya'yı yüzümü ekşiterek kucağıma aldım. Öyle de bir ağlıyor ki sanırsın etinden et koptu. Senin de alacağın olsun Rüya hep annen yokken yapıyorsun yapacağını! Of! Elim ayağımda birbirine girdi. Ne yapıyorduk şimdi? Arya söyleyip çocuğu ters mi çeviriyorduk ne yapıyorduk! Tamam tamam telaşa mahal yok hemen odaklanıyorum. Ninni artı sırt sıvazlıyorduk olay şipşak bitiyordu.

"Dandini dandini dastana danalar girmiş bostana kov bostancı danayı yemesin lahanayı. Arkadaş ne biçim ninni bu ya çocuğun aklı bir tarafına kaçacak! Lahana yiyen dananın ne işi var el kadar bebenin ninnisinde!"

Hâlâ ağlıyor bu çocuk! Ninninin yeniden modernize ettiğim alt yapısını mı sevmedi ne etti anlayamadım. Odanın içinde telaşla dört dönüp Rüya'yı pışpışlarken gözüme açık halde duran telefonum çarptı. Kimin aradığını anlamak için elime alıp kulağıma götürdüğümde "Eylüüül!" diye seslenen doktorun sesini duydum. Bu saatte neden beni arıyor ki? Kolumda Rüya elimde telefonla salonu turlamaya devam ederken "Ne var!" dediğimde doktor da bana "Kucağında Rüya mı var?" diye sordu. Hayır hayır! Rüya tatlı mı tatlı minnak bir bebek ama bu resmen bir canavar!

Doğru tahmin ettiğini ve Rüya'nın kucağımda cırladığını söylediğimde duruma biraz taktiksel yaklaşarak "Tamam şimdi sakinleş çünkü bu Bayan Panik halinle bebeği daha çok korkutuyor olmalısın. Ayrıca sakın bir daha ninni söylemeye kalkma çünkü benim bile aklım bir yerlere kaçtı aman diyeyim" dedikten sonra gözlerimi devirip "Onu bunu bırak da nasıl susturacağım ben bu çocuğu onu söyle doktor! Eğer parlak bir fikrin yoksa da bugün yarın gel!" dememle birlikte "Önce sakinleş sonra da Rüya'yı kucağındayken hafifçe sağa yatırarak yavaş yavaş salla ve kulağına doğru yumuşak bir tonlamayla da uzun uzun "Şşşşşşşşşşt" de. Bu bebeğe anne karnındaki ortamını hatırlatır" dedi.

Erkeğin çokbilmişi de bir can sıkar hani! Deneyelim bakalım doktor efendinin yöntemlerini. Beklemesini isteyip dediklerini harfiyen uyguladım ve bilin bakalım birkaç saniye içinde ne oldu? Bu küçük cadı sustu!

"Eylül işe yaradı mı?"

"Ses kesildi ama boncuk boncuk etrafa bakınıyor. Yine ağlar mı?"

"Bilmem ama pozisyonunu bozmadan onu biraz dolaştırsan iyi edersin"

"Tamam onu da yapıyorum. Bu arada her ne kadar senin yüzünden ağlasa da yine de yardımın için teşekkür ederim. Sen olmasan Ela gelene kadar cıyak cıyak bağırırdı herhalde"

"Fazla gerginsin Rüya da bunu hissediyor olmalı"

"Bebekler konusunda pek bir bilgi birikimin yok. O yüzden de sana bu konuda güvenmek zorundayım. Bu arada sen neden aramıştın Meral iyi mi? Uyuduğu için gelme demiştin ama ihtiyaç varsa gelebilirim"

"Az önce biraz konuştuk ona zatürre olduğunu ve ameliyatını en az ki hafta ertelemek zorunda kalacağımızı söyledim"

"Nasıl karşıladı?"

"Bana Selim'i iki hafta göremeyecek miyim diye sordu. Ben ona ne diyorum o bana Selim bana iki hafta ulaşamazsa çıldırır diyor. Bu kız sağlığını ikinci plana atıyor. Varsa yoksa Selim!"

"Ne bekliyordun?"

"Ne?"

"Adı üstünde "Aşık" işte! Herhalde varsa yoksa birbirleri olacak"

"Selim'e giderken hiçbir şey söylememiş sadece not bırakmış"

"Nasıl yani? Tamam ameliyat olacağını saklamak isteyebilir ama en azından bir bahane uydurup bir süre neden ona ulaşamayacağını söylemesi gerekiyordu"

"Ama söylememiş"

"Ee! Ne olacak şimdi?"

"Meral'den bana Selim ile konuşmam ve ona uygun bir dille durumu açıklamam için izin vermesini istedim"

"O ne dedi?"

"Sustu"

"Kararsız yani"

"Aynen öyle. Bir yanı istiyor ama bir yanı buna karşı çıkıyor"

"Şimdi ne olacak?"

"Bana yardım edebileceğini düşündüm"

"Nasıl bir yardım bu?"

"Hadi ama Eylül! Kadın kadının dilinden anlar gel de ikna et şu kızı arayıp çağırsın Selim'i!"

"Ben nasıl ikna edeyim ya!"

"Bilmiyorum ama yanında benden başka kimse yok. Bence ona bu konuda ikinci bir göz olup yol gösterebilirsin"

"Yolunu kaybetmiş birinden yol tarif etmesini bekliyorsun doktor!"

"Bir kere terzi kendi söküğünü dikemez ama başkasına faydası olur. Hem belli mi olur belki biri çıkar o da sana gitmen gereken yolu tarif eder. Sana hiç navigasyon anlamında iyi olduğumu söylemiş miydim? Neyse bu geniş konuyu yemeğe çıktığımızda konuşuruz"

"Hangi yemeğe?"

"Refakatçi olmayı ve Meral ile konuşmayı kabul ettiğin için seni teşekkür manasında çıkaracağım yemekten bahsediyorum"

"Seninle yemeğe falan çıkmam unut bunu!"

"Midye yemiştin ama"

"O ayaküstü atıştırmalık bir şeydi. Yemekten sayılmaz"

"On dokuz adet midye yemekten sayılmaz mı? Neyse tamam bunun tartışmasını da yemek sırasında yaparız"

"Doktor!"

"Bağırma istersen çünkü bebeği ağlatırsan yine başa dönersin"

"Seninle ilgili ne hissettiğimi söyleyeyim mi?"

"Çok isterim"

"Kafamı bozuyorsun!"

"Bu negatif düşünceyi düzeltmem için bir fırsat ver o zaman"

"Öyle bir fırsatın olmayacak"

"İddia kabul edildi"

"Ne? Ben seninle iddiaya falan girmedim"

"Girdin"

"Doktor!"

"Eylül!"

"Kahretsin! Rüya mızıldıyor kapat!"

"Tamam!"


Meral ile Selim'in ameliyat öncesi hastanede kıyılan nikahından bir kesit

 "Bizim zamanımızda nikahlarda geline serum değil aile yadigarı olup manevi değeri yüksek bir mücevher takılırdı. Bu Ahmet de hiç yol yordam bilmiyor!" 

Bu dedemin bugün bana attığı ilk goldü. Bunu Eylül'ün de olduğu bir ortamda bana yapmayacaktın dede! Durumu toparlayacak bir şey de diyemedim. Herkes gülerken bozulduğumu belli etmek için yan yan dedeme bakmaya başladım ama bakmaz olaydım. Bu sefer de bakışlarıma kızarak "Büyük büyük deden gibi gözlerini belerterek bakma bana öyle! Kırk yaşında adam demem çekerim kulaklarını!" deyip Eylül'de bunu duyduğu için oturduğu yerde kıs kıs gülünce artık dedeme durumun hassasiyetini belli etmek zorunda kaldım.

Kimseye çaktırmamaya çalışarak kulağına doğru sokulup "Dede tam karşında oturan kızla alakalı bazı hislerim mevcut gözünü seveyim yapma zaten sürekli yalpalayıp duruyorum böyle yaparsan hiçbir şansım kalmayacak. Rica ediyorum bugünlük beni görmezden gel" dediğimde sessizce yüzüme bakmaya başladı. Beni anladığını ve destek olacağını umarak büyük saflık yaptım. Birazdan ikinci gol kalemle buluşacaktı ve benim bundan haberim yoktu. 

Bu uzun bakışın ardından dedem aniden Eylül'e dönüp şairane bir tavırla da "Olmayacak duaya amin demek gibiydi seni sevmek be güzel kızım. Ne sende bir karşılığı olacak gibiydi ne de bu koca eşekte olmasını bekleyecek sabır" demez mi? Vurun beni... Şu an çekin vurun!

Eylül duyduklarına haliyle bir mana veremedi. Ben de başımı nerelere vurayım gerçekten bilmiyorum ama dedem beni Eylül'ün gözünde madara etmeye niyetliydi. Konu bir an önce kapansın ve dedem mevzuyu unutsun diye aniden kalkıp "Beni çağırıyorlar galiba hastam gelmiş olmalı" diyerek gitmek istediğimde maalesef ki dedem kolumdan tutup beni geri oturttu ve "Kimse çağırmıyor kaçma hemen! Hem o belindeki zamazingo da ötmedi daha beni mi kandırıyorsun sen?" deyiverdi. Az önce ölmemişim bir daha vurun beni!

"Adın ne bakayım senin?"

"Eylül efendim"

"Demek adın Eylül... Ne güzel ne değişik bir ismin var"

"Teşekkür ederim"

"Her ömrün bir Eylül'ü vardır derler. Acaba sen hangi şanslı ömrün Eylül'üsün? Esip savrulurken o altın rengi kıymetli yapraklarını hangi gönülde uçuşturacaksın kim bilir"

"Ben biliyorum galiba"

"Bu Ahmet de her lafa karışıyor. Düşemedi yakamdan da paçamdan da git az öteye otur be oğlum! Sen anlat bakayım Eylül kızım ne yapıyor bu Ahmet sana?"

"Aslında pek bir şey yapıyor diyemem. Sadece beni ne zaman görse bir gün birlikte romantik bir yemeğe çıkacağımızı iddia ederek beni kızdırıyor. Sanırım bunun olacağına kendisini korkutucu derecede inandırmış çünkü o anı yaşıyormuş gibi anlatıyor"

"Nöbete kalıp duruyor ya ayıkken de rüya görüyordur o"

"Ben de öyle söyledim yoksa bu dediğinin mümkünatı yok. O yemek asla olmayacak"

"Olacak Eylül"

"Olmayacak doktor!"

"Sen lafa karışma hayta!"

"Ama dede!"

"Karışma dedim! Kızım sen en iyisi tamam de ver randevuyu bütün gece masada tek başına beklesin dursun. Belki bu sayede aklı da başına gelir"

"Evet biraz burnunun sürtülmeye ihtiyacı var. Kendisine gereğinden fazla güveniyor"

"Sakın kanma ona... İnanma o afili sözlerine! Ara sıra görünen o mürebbiye kılıklı suratsız kıza da çapkın bakışlar atarak kur yapıyor"

"Dede!"

"Ben sana karışma demedim mi? Girme her lafın arasına!"

Dedem bana kızarken Eylül'ün kaşlarını çatarak meraklı bir tavırla "Hangi kız? Cilveli Köstebek mi!" demesiyle ikimiz de kimden bahsettiğini anlayamayıp ona doğru döndük ve aynı şaşkın ifadeyle "Kim?" diye sorduk. O andan itibaren Eylül yanlış bir şey söylemiş gibi bakmaya Meral'de şüphe uyandıracak ölçüde gülümsemeye başladı. Bahsi geçen kişi Derya olduğuna göre Eylül de ondan bahsediyor olmalı. Ancak köstebek lakabını neden seçtiğini anladım da cilveli demesinin altındaki nedeni çözemedim. Derya ve cilve pek yan yana gelebilecek şeyler değil çünkü.

Ooops! Bir dakika aydınlanıyorum galiba! Cevap ayrıntılarda saklı olabilir. Derya ve Eylül tanıtım gecesi karşılaşmıştı ve biz de gecenin büyük bir bölümünde onunla yan yanaydık. Derya'nın bana karşı olan ekstra yakınlığı gözüne mi battı yoksa? İsmiyle hitap etmeyip böyle bir yakıştırmada bulunduğuna ve az önce dedemin sözlerini kaşlarını çatarak karşıladığına göre bunun altında gizliden gizliye ilerleyen bir kıskançlık duygusu olduğunu söyleyebilir miyiz? Sizi bilmem ama ben söylerim!


Bu sahnelerini yazarken çok gülmüştüm

Meral'i yere yığılmış bir halde görünce paniğe kapılıp "Ne oldu ona neden bayıldı? Söylesene!" diye sormaya başladım ama o bana bir cevap vermek yerine ceketinin cebinden çıkardığı araba anahtarlarını elime tutuşturur gibi verip "Soru sorma Eylül sadece arabamı buraya getir. Acele et!" dedi. Yüzündeki endişeyi görünce sesimi çıkaramadan başımı sallayıp koşarak arabaların bulunduğu yere gittim. Elimde telaştan tir tir titriyordu. Anahtarı arabaların üzerine doğru tutup doktorun arabasının hangisi olduğunu anlamak için farlarının yanmasını beklerken neyse ki ikinci basışımda arabası "Buradayım!" dercesine bana bir sinyal gönderdi.

Hızla koşup arabaya bindikten sonra aracı büyük bir telaşla Meral'i kucaklayıp bana doğru yaklaşmaya başlayan doktorun yanına çektim. Dışarıya çıkıp kapıyı açtığımda Meral'i başına dikkat ederek koltuğa yatırdı ve diğer tarafa geçip bana da "Arabayı sen kullan" dedi. İyi de ben buraların yabancısıyım onu ne yapacağız?

"Bence sen kullanmalısın çünkü ben İstanbul'a daha yeni geldim. Yol bilmez iz bilmez sözü tam da benim için biçilmiş kaftan yani"

"Ben sana tarif ederim. Hadi Eylül!"

Paldır küldür arabaya geçip iki ayağım bir pabuca girmiş bir şekilde aracı çalıştırdıktan sonra mekanın açık otoparkından çıktım ama bir gözümde dikiz aynasından arka tarafa kaydı. Doktor efendi doktorluğunun hakkını verecek ölçüde Meral ile ilgileniyor bir yandan da bana yol tarifi yapıyordu. Hızlı ama bir yandan da temkinli bir şekilde basmış gaza giderken Meral gözlerini aralayıp bir şeyler söylemeye başladı. Fısıltı şeklinde olduğu için ne dediğini istesem de anlayamadım.

"Ne diyor?" diye sorduğumda dikiz aynasından göz göze geldiğim doktor da üzgün bir ifadeyle "Selim'i sayıklıyor" dedi. Anlık bir şekilde arkamı dönüp Meral'e baktıktan sonra "Tamam o zaman hadi kardeşini arayıp haber ver ne duruyorsun?" dediğimde sessizlik oldu. Aynadan arka koltuğa baktığımda o da tereddütte kalmış gibi Meral'e bakıyordu. Ne oluyor bir anlasam! Tamam belki bir gerginlik yaşandı ve Selim Bey gitti ama arayıp da Meral'i hastaneye götürüyoruz gel desek hayır gelemem diyecek hali yok. Hatta telefonu kapatmadan o merakla çoktan hastaneye varmış bile olur ama neden hâlâ arayıp aramamakta ikilem yaşıyor bunu bir türlü anlayamadım.

"Hey doktor!"

"Olmaz arayamam"

"Neden arayamazmışsın?"

"Yani telaşlandırmaya gerek yok anlamında söyledim. Sonuçta basit bir bayılma gibi görünüyor. Sen düz devam et sonra da ışıklardan sağa gir"

"Tamam gireriz de bu giz niye?"

"Giz falan yok"

"Nasıl yok? Birincisi neden Meral sanki bir daha hiç görüşemeyeceklermiş gibi Selim Bey'e veda edemediğinden bahsetti? İkincisi neden sonrasında bayıldı ve hâlâ ayılmadı? Üçüncüsü neden kimseye özellikle de Selim Bey'e haber veremiyoruz? Dördüncüsü neden tekrardan bir araya gelmeleri için elinden geleni yapıp Selim Bey'i görmesini sağlayacağını söyledin? Beşincisi ve de en önemlisi nereden girecektim ben!"

"Sağdan!"

"Tamam tamam hallettim! Altıncısı..."

"Eylül sakinleşir misin lütfen!"

"Yapamıyorum! Bu kız bugün gözlerimin önünde bembeyaz bir suratla dengesini kaybedip yere kapaklanıyordu ve şimdi de kendisinde değil! Ona ne olduğunu bilmek istiyorum"

"Ne zaman oldu bu?"

"Makyajdan önce maske uygulaması yapılmıştı. O sırada Meral dinlenirken sızıp kaldı. Seslendim ama bir türlü cevap vermedi. En sonunda sarsarak uyandırdığımda kötü görünüyordu. Ayağa kalkar kalkmaz da gözü kararmış gibi sendeledi. Zor tuttular"

"Bana hiç bahsetmedi"

"Bu kızın neyi var doktor?"

"Eylül bağırmasan mı acaba?"

"Bağırıyor muyum ben?"

"Evet!"

"Telaşlı olduğumda ses tonumu ayarlayamamak gibi saçma sapan bir reaksiyon verebiliyorum"

"Ne hoş!"

"Hoş mu? Neden hâlâ gelmedik şu hastaneye!"

"Geldik ya Eylül! Düz git direkt acilden giriş yap"

"Acil girişi neresi?"

"İleride kocaman "ACİL" yazan kırmızı bir tabela var görmüyor musun?"

"Gözlerimde astigmat var benim gece görüşümde pek iyi değil tamam mı!"

"Ve bunu bana şimdi mi söylüyorsun? Dikkat et!"

"Hey hey tırsma hemen o aracı ben de gördüm o kadar da değil! Ayrıca ben sana sen kullan demiştim dinleseydin"

"Bana çift dikiş gördüğünden bahsetmemiştin"

"Sorsaydın"

"Haklısın! Şu durumdayken sağlık raporunu istemeliydim"

Ukalalığı iyice ele alan doktor beye sert bir bakış atıp sonra da dediği gibi acilden giriş yaptım. Araba durur durmaz dışarıya fırladı ve tok bir sesle "Sedye getirin!" diye bağırıp yeniden arabanın içine eğildi. Meral'i son derece dikkatli bir şekilde çıkardıktan sonra da gelen sedyeye yatırdı.

Tabii o sırada beni de unutmadı. Bir yandan onlarla gidip bir yandan da bana "Eylül sen eve git arabam da sende kalsın. Ben yarın erken bir saatte gelir alırım" dedi. Haaah! Gideceğimi falan düşünüyor herhalde. Eğer öyleyse çok yanılıyor çünkü huyum kurusun pek de laf dinleyen bir kişilik değilimdir. Hatta bana bir kez daha kazara "Git" desin hastanenin önüne kazık çakarım o da her sabah ayağımın üstünden zıp zıp atlayarak içeriye geçmek zorunda kalır o kadar diyorum yani!


Bu sahneyi ve bulunduğu bölümü yazarken de çok gülmüştüm 😂

"Demek amca yeğen Mortal Kombat oynuyordunuz. Ne güzel de denk geldi bilemezsin hatta şu an en çok ihtiyacım olan şeydi desem yalan olmaz"

"Bilir misin ki?"

"Eh! Bilirim biraz. Hadi seç bakalım birazdan önümde diz çöküp merhamet dilenmek zorunda kalacak olan karakterini!"

Ooouuuvv! Gerçek hayatta yapamadı sanal hayatta öldürecek beni! Hâlâ kızgın demek ki. Seçim ekranına gelip "Bakıyorum yine iddialıyız" dediğimde önce görmekten hiçbir zaman bıkıp usanmayacağım o kocaman gözlerini "İddialı değilim" diyerek gözlerime çevirdi sonra da bakışlarını aniden sertleştirerek "Sinirliyim!" dedi. Fark ettim. Edilmeyecek gibi değil ki.

 Bakışlarımı televizyona yöneltip "Scorpion'ı seçiyorum" dediğimde o da önüne döndü ve pek emin değilmiş gibi "Ben de..." diyerek karakterler arasında gidip gelmeye başladı. Yardımcı olmak adına "Kitana nasıl?" diye sordum ama Eylül hafiften hafiften saldırıya geçerek "Oyun bahane maksat gözüm gönlüm bayram etsin diyorsun yani" dedi. Bunu dediğimden benim neden haberim yok acaba?

Söylemek istediğini tam olarak anlayamayıp "Efendim?" deyince Eylül de buna istinaden "Adil bir yarış olması için kadın karakter seçip dikkatini dağıtmayayım diyorum doktor. Malum bu Kitana denen hatun da biraz esmer çirkinini anımsatıyor. Neme lazım şimdi tam oyunun ortasında aklın falan karışır sonra vay efendim ben niye yenildim diye mızıklarsın hiç çekemem inan ki" dedi. Bir oyun karakterini Feride ile ne ara bağdaştırdı anlamadım ama fena laf çarptı. Demek hâlâ Feride mevzusuyla alakalı bir takıklığı mevcut. Sanırım buna sevinsem hiç kimse bana neden sevindin diyemez. Resmen ilgilendiğim ama ısrarla benimle ilgilenmediğini söyleyen bir kadın tarafından kıskanılıyorum. Anlaşılması çok zor bir kadınsın Eylül Acar!

"Bu zamana kadar dikkatimi dağıtmayı başaran tek bir kadın oldu o da şu an yanımda oturuyor. Yani seçtiğin karakterin pek bir önemi yok çünkü her halükarda karşımda o güzel çehreni göreceğimden adının Eylül olduğu kadar emin olabilirsin"

Tüh! Sarstım ama aramıza ördüğü duvarlar o kadar sağlam ki birkaç tuğla devirsem de hepsini yıkmayı başaramadım. Alevleri hâlâ sönmeyen gözlerini kısa kısa küçültüp bana doğru hafifçe yaklaşarak "Konu kilit! Sus ve oyunu başlat" dedi yapmazsan canına okurum der gibi.

........::::::::__Eylül VS Ahmet__::::::::........

Oyun başlar başlamaz neye uğradığımı şaşırdım. Sağdan soldan aşağıdan yukarıdan yediğim darbelerin haddi hesabı yoktu. Üzerime öyle bir geliyor ki bana yediğim yumruklardan sonra kendime gelme şansı bile tanımıyor. İşin garibi ara sıra çaktırmadan Eylül'e bakıyorum da resmen kendisini kaybetmiş gibiydi. Bir yandan kızgın bakışlarıyla bana bir şeyler söylüyor bir yandan da sanki verdiğim cevapları beğenmemiş gibi ne dersem diyeyim Allah ne verdiyse dalıyordu. Umarım o da seçtiğim karakterin yüzünde beni görmüyordur.

"Dikişlerini aldırmışsın doktor"

"Aldıralı bayağı oldu. Ee! Malum olaydan sonra görüşemeyince..."

"Başlatma şimdi malum olayına! Bakıyorum iz falan kalmamış senin esmer çirkini kahrolmadı mı?"

"Feride mi?"

"Vay be! Kimden bahsettiğimi de hemen anladın. Helal olsun ne diyeyim"

"Dikişlerimden bahsediyoruz çağrışım yapması gayet normal değil mi? Ayrıca oyuna başlamadan önce de kızdan kod adı esmer çirkini diye bahsetmiştin"

"Her lafa da bir sayfa dolusu cevap!"

"Bir dakika bir dakika! O etrafımda dönüp başa bıçak saplama hareketini nasıl yaptın?"

"Bir ara mutfağa gel canlandırmalı olarak gösteririm. Ee! Kahrolmadı mı senin ki?"

"Niye kahrolsun ki?"

"Hastanenizin en gözde cerrahında iz bırakacağı için etekleri zil çalıyor gibi bir hali vardı da"

"Keşke birileri de kalbime attığı iz için endişeleniyor olsa... diyeceğim ama Eylül biraz soluk aldırsan diyorum en azından adam ayağa kalksın öyle vur"

"Karışma işime oyununu oyna kalbinin izine de başlatma şimdi! Dikişlerini kim aldı peki?"


"O gün sen de duydun"

"Neyi duydum?"

"Feride başkasına yaptırırsam bozulacağını söylemişti"

"Bu dikişlerini o mu aldı demek oluyor?"

"Şey..."

"Doğru söyle doktor yeminlen daha yere bile düşemeden komboyu çakarım şaftın kayar!"

İkinci raunt sonunda gücüm gibi baş parmaklarımda can çekişirken Eylül'ün sorusunu hiç de hoşlanmayacağı bir şekilde "Evet dikişlerimi Feride aldı" diyerek yanıtlamak zorunda kaldım. Eylül verdiğim cevaptan nefret etti ve tam o anda da benim bahtsız Scorpion'ım göğsünün tam ortasına Kitana'dan yediği sert tekmeyle havaya uçup hakkın rahmetine kavuştu. Ölüm saati 20:17!

O an o tekme sanki benim göğsüme de gelmiş gibi hissettim. Eminim Eylül de bana vurduğunu düşünerek savurdu o tekmeyi. Soluğum kesilirken gördüğüm son şey Kitana'nın elindeki bıçaklarla süslü yelpazesini savurup yüzüne doğru tutarak ekrana göz kırpması duyduğum son şey de Eylül'ün "Hadi şimdi git sevgili Feride'ne de kaportanı düzeltebilirse düzeltsin!" demesiydi. Oops!

Son Mektup'un konusunda çiçek hikayelerini ve anlamlarını kullanmayı sevdiğimden bahsetmiştim. BKY'da da böyle bir sahnem var. Bölümü yazarken o kadar çok çiçek hikayesi okudum ki en sonunda bunu bulduğumda "İşte bu!" oldum çünkü hem sahneye hem de Eylül'ün önceden yaşadığı hayal kırıklıklarına birebir uydu. 

"Seni de evine bırakmamızı ister misin Eylül?"

"Evine derken... Yani teknik olarak senin evine doktor. Orayı satın aldığını unutuyorsun galiba"

"Haklısın bir an Tolga ile Ela'nın yanında kaldığın aklımdan çıkmış. Ne diyorsun tamam mı?"

"Sorduğun için teşekkür ederim ama hiç gerek yok çünkü ben buraya Tolga'nın arabasıyla geldim"

"Tüh!"

Verdiği tepki vedalaşmalar sırasında kaynadı ama yalan söyleyemeyeceğim kendimi bir an gülümserken yakaladım. "Tüh!" derken ki ifadesi o kadar komikti ki yüzüne karşı gülmediğim için kendimi gerçekten tebrik ediyorum. 

Selim ile Meral'e iyi akşamlar dileyip sarıldıktan sonra o kargaşada evden çıktım. Veda seremonisi dışarıda da sürdü. Herkesle tek tek tokalaşıp iyi akşamlar dilerken doktorun manalı bir şekilde "Görüşmek dileğiyle..." dediğini işitip ona doğru baktım ve olumlu bir ifadeyle "İyi akşamlar doktor" dedikten sonra kendi aracıma doğru yürümeye başladım.

Kapıyı açıp içeriye geçerken hâlâ doktorun gözetimi altındaydım. Öyle de bir bakıyor ki şu araba bir arıza versin yeminlen ondan bileceğim. Kapıyı kapatıp çantamı yandaki koltuğa bıraktıktan sonra kemerimi bağlayarak neyse ki arabayı sorunsuz bir şekilde çalıştırdım. Hadi gidelim bakalım.

Evin önünden üç araba olarak peş peşe ayrıldık. Arkamda Halit Bey'in aracı vardı ama onlar bir süre sonra başka yola sapıp gözden kayboldular. Doktorun arabası ise hâlâ önümdeydi. Gözlerimi yoldan ayırmadan radyoyu açtıktan sonra arabanın içi fena halde havasız ve sıcak olduğu için klimayı da açtım. Çok da yedim galiba. Bu boğazıma ne zaman bir dur diyebileceğim gerçekten bilmiyorum. Müberra Hanım'da ne döktürmüş ama! O geldi bu gitti derken şiştim tabii. Ancak hâlâ çekirdek için yerim mevcut. Unutmadım... Unutmayacağım.

Eve gider gitmez balkona çıkıp Ela ile muhabbet ederek çekirdek yeme hayali kurarken bu hayalim gözlerimi kısmak zorunda kalmamla birlikte sona erdi. Bir anda ne oldu anlamadım ama bir sorun var sanki. Bana araba vermeyin arkadaş! Bak yine yol gibi doktorun arabası da an itibarıyla bulanıklaşmaya başladı. Düzelmesini umarak yola bakmaya çalışıyorum ama yok şimdi de araba ikiledi. Yani ikiledi derken kaçtı anlamında değil iki tane oldu demek istiyorum.

Bu bulanıklaşmayla birlikte kendimi de biraz kötü hissedince daha fazla gidemeyeceğimi anlayıp yavaşlayarak arabayı kenara çektim. Of! Midemde mi bulandı benim ya! Kısacık bir an direksiyonu sıkı sıkı tuttuktan sonra içimdeki sıkıntıyla baş edemeyip kapıyı açarak hızla dışarıya çıktım. Arabayı burada bırakıp eve taksiyle dönsem iyi olacak galiba.

Dışarıya çıkıp kapıyı kapattıktan sonra temiz havayı içime çekerek sırtımı destek almak için arabaya dayadım. Bulantım geçer geçmez rahatlayıp hafifçe eğilerek dizlerimi tutarken de doktorun telaşlı bir halde "Eylül ne oldu neden durdun?" dediğini işitip doğruldum. Yavaşlarken aradaki mesafe açılmıştı nereden anladı ki durduğumu? Dikiz aynasından beni mi kontrol ediyor o!

Yanıma doğru koşarken nefes nefese kaldığı yetmiyormuş gibi yüzü de kireç gibi olmuş. Niye bu kadar korkmuş ki gören de arabayla üç takla attım sanacak. Adamın üstünde hasar tespit çalışması yapacağıma bir şey desem ya meraklanmış belli ki. 

Doktorun gözleri neyim olduğunu anlamaya çalışarak endişe içinde yüzümü gezerken ben de onun bu halini şaşkınlıkla izleyip gayet sakin bir tavırla "Ben karar verdim gözlerimi çizdireceğim. Karşımda bir tane doktor tamam da iki tanesi akla zarar etkiler yaratıyor. Çekemem valla iki güne kalmaz sinir hastası olurum sizin yüzünüzden!" dedim. Sorunun astigmatlı gözlerim olduğunu anlayınca rahatladı. Bunu biliyorum çünkü tuttuğu nefesini şu an yeniden düzgün bir şekilde verip almaya başladığını görebiliyorum.  

Gözlerimi bana dikkatle bakan gözlerinde gezdirirken bir şey söylemeyince mecburen söze girip "Sen niye bu kadar endişelendin ki?" diye sordum. Adam doktor sonuçta kötü bir şey olmuş olsa en mükemmelinden müdahale edebilecek kapasiteye sahip ama niye böyle oldu anlamadım. Demek şuracıkta ölüyor olsam yüzüme bakarak tutulup kalacak. Pisi pisine ölüp gideceğim yani!

"Aracı kenara çektiğini görünce sana bir şey oldu sandım. Bu çift görme hadisesi sadece astigmatlık bir durum muydu yoksa başın mı dönüyordu?" diye sorunca yalan söyleyeceğim için kısacık bir an tepkisiz kaldım ama sonra telaşlanmasın diye "İyiyim ben... Hem başım niye dönsün ki? Sana daha önce de söylemiştim benim gece görüşüm hiç iyi değil" deyip kendimi ondan uzaklaştırdım. Yine fazlaca yakınlaşmışız fark etmemişim.

"Emin misin? Eylül bak bir şey olduysa söyle buradan hemen hastaneye geçelim"

"Ama zorla olduracaksın sen! İçin rahat edecekse hayali bir hastalık uydurayım mı? Mesela şekerim çıktı nasıl? Mantıklı da olur. O son tatlıyı yemeyecektim be doktor! Hep ondan oldu ne olduysa ama yine olsun yine yerim çok güzeldi çünkü"

"Bir şey yok mu diyorsun?"

"Hoppala! Sen Meral'den sonra bu sağlık konularında fazla titiz olmuşsun. İyiyim diyorum bomba gibiyim diyorum. Sakiiiin!"

"Pekala madem iyi olduğun konusunda ısrarcısın o zaman hadi gel seni evine bırakayım"

"Babanla deden ne olacak?"

"Onlar benim arabamla çoktan gittiler"

"Bir dakika ya! Sen önündeki yola bakmak yerine beni mi izliyordun?"

"Arada gözüm takılıyordu tabii ama asıl sana bir dakika!"

"Niyeymiş?"

"Hesap sormak yerine seni merak edip nasıl olduğunu öğrenmeye geldiğim için bana teşekkür etmen gerekmiyor mu?"

"Edecektim zaten... Tabii bunu söylemeseydin"

"İki dakika çenemi tutamadım desene..."

"Tutamadın doktor yalan yok"

"Gidelim mi?"

"Şöyle bir bakıyorum da itiraz edecek durumda değilim"

"Güzel"

"Bir dakika!"

"Yine ne oldu?"

"Benim bir yerlerden çekirdek almam lazım. Evin önüne gitmeden önce açık bir bakkal ya da market bulalım"

"Çekirdek mi?"

"Haaa! Sen şimdi artist cerrahlar takımındansın ya bilmezsin de çekirdek ne diye asortik kajucusundur sen"

"Asortik kajucu mu? Hem niye bilmeyeyim canım bilirim. Bizim hastanede kimin canı sıkkınsa alır eline çekirdeğini çıkar çatıya"

"Şaka yapıyorsun! Sen de hiç daralıp elinde çekirdeğinle çıktın mı şu meşhur çatıya?"

"Ben rahat adamım kendim için çıktığım pek görülmemiştir ama bazen Hasan ağabeye kabak çekirdeği kavurtuyorlar o zaman bir dert dinleyesim geliyor tabii"

Bu son söylediğine içten bir şekilde gülerek "İyi hatırlattın kabak çekirdeği de alalım" dedikten sonra arabaya doğru yaklaşıp "Hadi binsene" dedim. Ben içeriye geçtiğimde doktorda şoför koltuğuna kuruldu. Kemerler bağlandıktan sonra da bana doğru bakıp küçük bir hatırlatma yaparak "Birazdan hayatının en güvenli eve dönüş yolculuğunu yaşayacaksın. Hazır mısın?" deyince aklıma arabayı benim kullandığım ve onun da sürekli arabadaki tek doktorun kendisi olduğunu ve bu yüzden temkinli gitmem gerektiğini söyleyip durduğu gün geldi. 

Amma da korkmuştu. Halbuki gayet dikkatli kullanıyordum. Yani öyleydi herhalde. Bir cevap beklediği için başımı sallayıp "Sen hazırsan ben de hazırım" dedim. O da yüzündeki hoş tebessümle önüne döndü. Hoştu şimdi yalan mı söyleyeyim? Yiğidi öldür ama hakkını da ver demişler sonuçta...

Kısa bir süre sonra evin yakınlarındaki bir markete girdik. Doktor onaylı çekirdek seçmek ne zormuş arkadaş burnumdan geldi. Yok acılı olandan alma bu saatte mideni kaynatır yok çok tuzlu olandan alma o kadar tuz bünyeye zararlı... Valla şuraya kadar ağız tadıyla geldik ama çekirdeğime karışıp durursa yine külahlar değişeceğiz gibi görünüyor. 

Sonunda iki tarafında standartlarına uyacak birkaç paket çekirdek alıp ne manaysa reyonlar arasında sohbet ede ede dolaşmaya devam ettik. Halbuki işin bittiyse çık git ama yapamadık işte.

"Abur cubur sever misin doktor?"

"Ara sıra küçük kaçamaklar tabii ki yaparım ama eskiden daha çok severdim. Yani küçükken..."

"Çok mu yerdin? Mesela çekmecende stoğun var mıydı?"

"Hayır o kadar da değil. Ya sen?"

"Severdim ama mahalle kültürüyle de büyüdüm ben arkadaşlarımla sokakta koşup oynarken bir yandan da annelerimizin hazırladığı ekmek arası şeyleri falan yerdik. Bazen de sırayla elimize bir kase meyve tutuşturup hadi gidin yiyin arkadaşlarınızla denirdi. Güzel zamanlardı"

"Mahalle kültürünü bilmiyorum ama babaannem de Selim ile bana aynı şeyi yapardı. Bahçede koşup oynarken sürekli masaya bir şey bırakıp yiyelim diye de kaş göz yaparak içeriye girerdi"

"Sadece ikiniz miydiniz yoksa arkadaşlarınız da var mıydı?"

"Vardı tabii ama bize kardeş kardeşe oynamak da yetiyordu"

"Harika bir aileye sahipsin"

"Bu konuda mütevazi olamayacağım"

Bunu söylerken o hoş gülümsemesiyle bana doğru döndü. Ona "Olma da zaten... " dedikten sonra mısır patlaklarından birini elime aldım. O da tam yanı başımda durup bana dikkatle bakarak "Senin anne ve babanda çok değerli insanlar" dedi. Paketi yerine koyacakken duyduğum şey ile birlikte elimde rafa uzanamadan havada kaldı. Başımı hafifçe ona doğru kaldırıp "Onları tanımıyorsun bile" dedim ama o yine beni etkileme fırsatını kaçırmayıp "Ama seni tanıyorum. Çocuklar ailelerinin aynalarıdır derler. Karşımda duran bu pırıl pırıl ayna da bana ailenin harika insanlar oldukları konusunda yeterli veriyi sunuyor" dedi. Tamam itiraf ediyorum gerçekten iyiydi. Bakışlarımı çekip dudağımın kenarıyla gülümserken bir yandan da ciddi bir tavırla "Teşekkür ederim doktor" dediğimde o da bana aynı tonlamayla "Rica ederim Eylül" dedi.

Kasaya gittikten sonra doktorun kendi halinde tatlı tatlı tebessüm ettiğini görerek yanına yaklaştım. Bir yandan kasadan geçen çekirdekleri elinde tuttuğu torbaya atıp bir yandan da "Niye güldün?" diye sorunca gülme nedeni ortaya çıktı çünkü bana "Mahalle kültürüyle büyüdüm demiştin. Bir an seni o mahallede düşündüm de herhalde elebaşı falan oluyorsundur" dedi. Bu defa ikimiz de güldük. Böyle düşünmesine şaşmamak lazım.

Ödemeyi yapmak için elini cüzdanına atar atmaz onu elini tutarak durdurup kasiyere yeterli tutarı verdim ve birlikte çıkarken de söylediği şeye ithafen "Ne sandın? Kıyı köşede süklüm püklüm oturacak tip var mı bende?" dedim. Başını yok dercesine iki yana salladı. O sırada da marketin önüne park ettiğimiz arabaya bindik. Evde zaten arka sokaktaydı ve önüne geldiğimizde sohbetimiz hâlâ hız kesmeden devam ediyordu. İkimiz de arabadan inmeye teşebbüs etmediğimize göre bu konuşmadan memnunduk gibi görünüyor. Her zaman böyle ol canımı ye doktor...

"Çok arkadaşın var mıydı Eylül?"

"Benim mi?"

"Kesin mahallenin popüler kızıydın"

"Mahallenin en atarlı giderli kızıydım ve dövmediğim çocukta kalmamıştı. Komşulardan şikayet geldikçe yazık annem de ne yapacağını şaşırıyordu. Her konuşmamızın sonu sen bir kızsın hanım hanımcık ol birazla bitiyordu.

"Çocukları niye dövüyordun ki yoksa sana asılıyorlar mıydı?"

"Ne asılması canım! Maç ederken bir kızdan gol yiyince kızıp beni oyundan atmaya çalışıyorlardı ben de kavga çıkarıp artık Allah ne verdiyse dalıyordum"

"Maç mı? İyi de neden kızlarla oynamıyordun ki?"

"O dönemler hiç doğru düzgün kız arkadaşım olmadı çünkü beni aralarına almayı pek istemezlerdi. Ben de saçlarımı toplar şapkamı takar gidip erkeklerle maç yapardım. Onların arasında erkek gibi büyüdüm anlayacağın"

"Üzülür müydün? Yani seni aralarına almadıklarında..."

"Başlarda üzülürdüm tabii. Ben onlara ne yaptım ki beni istemiyorlar derdim ama sonra umursamamaya başladım"

Emniyet kemerini çözdükten sonra "Yasemin çiçeğinin özelliklerini bilir misin?" diye sorarak hafifçe bana doğru döndü. Bunu neden sorduğunu anlayamadığım için haliyle afalladım. Konumuzla uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu çünkü. Dudağımı bükerek "Hangi mevsimde açar de" dediğimde bu söylediğimi "Yasemin hangi mevsimde açar Eylül?" diye yineleyince bu çiçek hakkındaki bilgimi "Ne bileyim ben!" diyerek özetledim. Gülmeye başladı. Gerçekten bilmiyorum ayaküstü yalan mı söyleyeyim?

Birbirimize bakarak gülerken bana bunu sorma nedenini "Bütün çiçeklerden aranjman yapılırmış ama yasemin çiçeği aralarına alınmazmış çünkü küçücük minicik bir yaprağı bile diğer tüm çiçeklerin rayihasını bastırmaya yetermiş. Bu yüzden de diğerlerinin arasına karışmaktansa usulca saklanırmış destansı aşkların yaşandığı yerlerin arka planında" diyerek belli edince yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş yok olmaya başladı. Kötü bir şey söylediğinden değil sadece beni bu çiçeğe benzettiğini ima ederek yine üzerimde şu an kaldıramayacağım kadar güçlü bir etki bırakmasından dolayıydı bu kayboluş...

"Sen nereden biliyorsun bunları?"

"Şirkete gittiğimde Selim'i beklerken esanslarda kullanılan çiçeklerle alakalı bir kitaba göz atmıştım. Yasemin de birbirinden hoş özellikleriyle tüm dikkatimi üzerine çekmişti"

"Başka ne özelliği var ki?"

"Bilmek istiyor musun gerçekten?"

"Evet istiyorum"

"Okuduğuma göre yasemin çiçeği kalbi delip geçen duyguları ifade ediyormuş. Ayrıca bir inanışa göre de eski dönemlerde Hintli gelinler eşleriyle aralarındaki sevginin ebediyete kadar sürmesi için evlenirken saçlarına bu çiçeği takarlarmış. Gelenek diyebiliriz"

Ona bakmamaya çalışıp "Başka neler var?" diyerek dudaklarımı kemirirken bir süre sessiz kaldı. Okuduklarını hatırlamaya çalışıyor olmalı. Birkaç saniye sonra sessizliğini heyecanlı bir ses tonuyla sonlandırıp "Beni en çok şaşırtan şey orada anlatılan hikayede bu çiçeğin geceleri açıp kokusunu da en yoğun o zaman diliminde salıyor olmasıydı. Bu yüzden Gecenin Kraliçesi olarak da tanınırmış" deyince bu bilgi bayağı ilgimi çekti işte. Nedenini merak edip devamını duymayı istediğimi belli edercesine ona doğru döndüm. 

Bu çiçeğin sadece geceleri açmasının sebebini merak ettiğimi söylediğimde bu defa hatırlamak için gözlerini gözlerime yöneltti. Sabırsız bir halde içimden "Hadi doktor hatırla şunu!" derken nihayet anlatmaya başladı. Aslında keşke başlamasa mıydı acaba? O anlattıkça İzmir'de yaşadıklarım bir kez daha bir yumru gibi boğazımda düğümlendi çünkü...

"Bu konuda bir efsane var. Umarım doğru hatırlıyorumdur ama şöyle olması lazım. Hintli bir prenses Güneş Tanrısı Surya-Deva'ya aşık oluyor. Ama umutsuz bir aşk bu...Maalesef karşılığı yok. Köpüren bir deniz misali gün geçtikçe kabarıp dalgalanıyor sevdası. Sonra bir gün cesaretini toplayıp dillendiriyor da aşkını. Ancak Surya-Deva prensesten hiçbir şekilde etkilenmediği için "Olmaz! Ben bal sen sirke... Ne yapsak gene de denk olamayız birbirimize" diyerek prensesin aşkını geri çeviriyor. Prensesin tertemiz bir sevgi beslediği o narin kalbi kırılıyor tabii... Aşkının karşılığını alamadığı ve hiçbir zaman da alamayacağını anladığı için hissettiği bu büyük aşkın yükünü daha fazla taşıyamayıp hemen orada canına kıyıyor. Yakılıp küllerinin serpildiği bambaşka diyarların topraklarında da onun kalbi kadar narin olan yasemin çiçekleri filizlenmeye başlıyor. Prensesin kalbini hiç umursamadan kıran Güneş Tanrısı olduğu için de yaseminler gündüzleri açmayı adeta reddediyorlar. Onun küllerinin değdiği topraklarda büyüyen tüm yaseminler gece boyunca açıp sadece şafak sökene kadar o eşsiz kokularının yayılmasına izin veriyorlar. Ama sonrası yok. Güneş açtığında prensesin sevgisine layık olmayana karşı aynı onun yaptığı gibi yaseminler de kapatıyorlarmış kendilerini..."

Onu dinlerken dalıp gitmişim ama şu kısacık hikayenin bana hissettirdiği şeylerin gözlerimden birer damla yaş olarak akıp gideceğini anlayınca hemen kendime geldim. İlk yaptığım şey de bakışlarımı ondan hızla kaçırmak oldu. Bana neden bu halde olduğumla alakalı bir şey sormasını istemiyorum çünkü.

Önüme bakarken bir an gözlerimi kapatıp durdum ama sonra hiçbir açıklama yapmadan seri bir hareketle kemerimi çözüp arabadan çıktım. Benim ardımdan bir kapı kapatma sesi daha geldiğine göre doktorda arabadan indi ama ben şu an ne konuşmak ne de başka bir şey yapmak istiyorum. Ben sadece eve girip o Buğra denen insan müsveddesi yüzünden ağladığımı görmemek için yüzüme milyon kez su çarpmak istiyorum.

Doktor da neden böyle paldır küldür gittiğimi anlayamadığı için haklı olarak arkamdan "Eylül!" diyerek bana sesleniyordu. İyi de benim de herhangi bir açıklama yapmaya niyetim yoktu. Ona Buğra'yı ve onunla birlikteyken neler yaşadığımı beni nasıl kırıp döktüğünü anlatamam. Bu yüzden de ona hiç bakmadan sanki hiçbir şey olmamış gibi "İyi geceler doktor! Bu arada güzel hikayeydi" dedim. Aah! Bunu söylerken sesim çatallanmasaydı iyiydi aslında.

Ben gitmek istiyorum da o buna izin verecek gibi görünmüyor çünkü tam arabanın etrafından dolanıp bahçe kapısına yönelmiştim ki ondan pek de beklemeyeceğim bir şekilde beni kararlı bir tavırla kolumdan yakaladı. Neden bu halde olduğumu deşip duracak ama ben şu an konu üzerine konuşmak istemiyorum ki.

O zifiri karanlık ve sağır edici sessizliğin içinde beni yine ve yine afallatarak "Bu yüzden kalbini korumaya al yerini de kimseye söyleme diyorum. Karşına çıkan ben dahil kim olursa olsun sakın sonunda küllerini bir toprağa savurmak zorunda hissedeceğin kadar seni yıpratmasına izin verme" dedikten sonra sesini biraz kısıp darmadağın olmuş olan bana fısıltıyla "Sana karşı daha ilk andan beri farklı bir şeyler hissettiğimi inkar edemem. Beni bile şaşırttı bu kadar yoğun bir ilgi. Senin hakkında yeşermeye başlayan duygularım seni temin ederim ki kayda değerler. Ama bırak uğraşayım Eylül... Senin için çabalayayım. Bırak seni gerçekten hak ediyor muyum ben de öğreneyim. Eğer seni gerçekten hak etmişsem o kalbin yolunu bulur yaşaması gereken tüm güzellikleri de yaşatırım ona. Söz veriyorum yaparım bunu" deyip son vuruşu yaptı ve kolumu yavaşça bırakıp geri çekildi. 

Tuttuğum nefesimi hâlâ verebilmiş değildim ve o halde geri geri gidip aklım besbeter karışmış bir vaziyette de arkamı dönerek eve gittim. Hâlâ bana doğru bakıyor biliyorum ama buna rağmen söyledikleri kulaklarımda çın çın çınlarken kendimde yanına gidip boynuna sarılacak cesareti bulamıyorum.

Bu defa sen kazandın doktor!

Nasıl başardın bilmiyorum ama o gizli saklı köşelerde gizlenmiş olan kalbe bir adım daha yaklaştın.

Eğer sonunda her şey vaat ettiğin gibi olacaksa umarım o kalbi içinde hâlâ yaşam belirtileri taşırken bulursun.

Ben de sana söz veriyorum ki ona senin için daha iyi bakmaya çalışacağım.

Sen onu bulana dek direnmesini sağlayacağım.


Bu ikisinin evlilik durumları da ayrı komediydi. O bölümden bir sahne...

Birden ışıklar değişti ve yerler müzik sesiyle birlikte sislenip birkaç saniye içinde bulutların üzerinde duruyormuşum gibi hissetmeme neden oldu. Bunların ne anlama geldiğini anladığım anda şarkının sözleriyle birlikte yanımdan bir el uzandı ve "Bu anı o kadar uzun zamandır bekliyorum ki..." diyen Ahmet'in sesini duymamla da önüme açık halde bir yüzük kutusu bıraktı.

Gözlerimin dolmaması adına büyük bir savaş verirken hâlâ arkamda duruyordu ve çok geçmeden de kollarını belime sararak bana sarıldı. Kalbimin hiç bu kadar hızlı atabildiğine şahit olmamıştım. Burada olduğuna inanamıyorum. Biz onunla az önce görüntülü konuştuk ve o Sinan'ın yanındaydı. Aynı anda hem İstanbul'da hem de Venedik'te nasıl olabilir ki? Şaşkın halime bakarken her zamanki muzur ifadesini takınıp "Biz artık evlenelim diyorum" dedikten sonra masaya bıraktığı kutuyu eline aldı ve meraklı bakışlar eşliğinde yüzüğü bana doğru tuttu. Tam sana yakışan bir teklif şekli diyecektim ki ağzımı bile açamadan o konuşmaya devam etti.

"Sana olan sevgimden ne kadar eminsem senin bana olan sevginden de bir o kadar eminim. Sen bensiz olamıyorsun ben olmayı bırak sensiz bir hayatın düşüncesine bile tahammül edemiyorum. Doğru anı yakalamayı o kadar çok bekledim ki... O anın gelmesini beklerken bir şey olacak ve seni yine kaybedeceğim diye o kadar çok korktum ki... Ama bize olan inancım sana olan sevgim ve geleceğe karşı olan umudum en karanlık günlerde bile sana uzanan yolumun ışığı oldular. Sana bir gün eğer seni gerçekten hak etmişsem kalbinin yolunu bulur yaşaması gereken tüm güzellikleri de yaşatırım ona demiştim hatırladın mı? Gizli saklı köşelerde kalmış kalbinin yerini bulmayı başardım Eylül Acar. Kolay olmadı ama ona ulaşma yolunda yaşadığım her zorluk bu anı yaşamama değerdi dedirtti. Şimdi de olumlu bir cevap alacağımı umut ederek o kalbin sahibine yani sana seni ömrümün sonuna kadar sevip çok da mutlu edeceğimin vaadini veriyorum ve iki ayrı hayatı tek ama daha anlamlı bir hayatta birleştirebilmem için benimle evlenmeyi kabul etmeni diliyorum. Hadi bana evet de ki o gün sana verdiğim sözü tutup hak ettiğin gibi mutluluk dolu güzelliklerle dolu bir hayatı önüne serebileyim"

Heyecanlı olduğunu bana sonuna kadar hissettiren gözlerine bakıyorum bir şey söylemek istiyorum ama kulağıma çalınan "Evet de! Eylül hadi evet de!" yönlendirmelerine rağmen hiçbir şey söyleyemiyorum. Tutulup kaldım. Evlilikten kaçan biri olarak bu konuyla alakalı çokça konuştuk bazen de gülüp makarasını geçtik ama o an geldiğinde hiç böyle hissedeceğimi düşünmemiştim. Heyecanlandım mutlu oldum ve ona olan sevgimin bana bu soruya evet demekten başka bir seçenek bırakmadığını hissettim.

Başımı cevabımın evet olduğunu belli edecek şekilde salladıktan sonra dudaklarımın titrediğini hissetmeme rağmen gülümseyip sözlü olarak da "Seni bu kadar severken sana hayır demem imkansız. Seninleyim doktor! Hem de ömrümün sonuna kadar..." dedim. Verdiğim cevabın üzerine ıslık ve alkış sesleri yükselirken Ahmet'te elindeki yüzüğü hemen parmağıma geçirdi.

Şu an bunları yaşadığımıza gerçekten inanamıyorum. Çok değil daha dakikalar önce ona ulaşamadığım için kalbim sıkışırken şimdi parmağımda yüzüğünü taşıyorum.  

"Üzerindeki gelinliğin içinde gözlerimi kamaştırdığın bir gerçek ama hayallerine de engel olmak istemem. Çekimde gelinlik giyeceğini söylediğinde ilk kez benimle evlenirken giymeni isterdim demiştim sen de bana "Eğer bir gün evlenmeye ikna olursam yaşadığım her şey benim için bir ilk olacak. Giyeceğim gelinlikte daha önce giydiğim hiçbir kostüme benzemeyecek çünkü hiçbir gelinlik onun kadar güzel onun kadar anlamlı olamaz. Annem yıllardır saklıyor onu" demiştin. Şimdi yukarıya çıkıp kendini gerçek bir gelin olarak hissedeceğini düşündüğün annenin gelinliğini giy ve mümkün olan en çabuk şekilde bana geri dön çünkü 1 saat sonra nikah törenimiz başlayacak Eylül Acar!"

Ne dedi o? Nikah töreni mi dedi ne dedi bir şey dedi! Benimle kafa bulup bulmadığını anlamaya çalışırken "Gelinin şahidi olarak bu romantik ortamı bozmayı hiç istemezdim ancak 1 saat değil sadece 52 dakika 43 saniyeniz kaldı. Bence hazırlanmak için acele edin çünkü burada kıyılan nikahlarda sizin keyfinizin gelmesini beklemiyorlar. Ben konuşurken yaklaşık 11 saniyeniz geçti bile" diyen Kenan'ın sesini duyup bakışlarımı sesinin geldiği yöne doğru çevirdim.

Aman Allah'ım Kenan burada! Sadece o da değil Sinan'da burada ve şu an annemin yanında duruyorlar. Bu arada şahit mi dedi o? Gelin şahidi... Nikahlarda olup "Siz de bu evliliğe şahitlik ediyor musunuz?" sorusuna "Ediyoruz" deyip deftere imzayı çakanlardan! 


Ne yani teklifi yaptık kabul ettik hadi dağılalım ve bilmem kaç hafta sonraki nikaha hazırlanalım o zamana kadar kim öle kim kala demeyecek hemen şimdi burada direkt evlenecek miyiz? İyi de bundan benim niye haberim yok? Gelinmişim ya ben... Bunu önceden bilmem gerekmiyor muydu? Çok fena oyuna geldim ben şu an... Benden habersiz bir şeyler karıştırdılar ve ben de uyanık geçiniyorum ya bilmeden oltaya geldim.

Duyduklarım ve gördüklerim sonrası aptallaşmış bir halde bakışlarımı Ahmet'e çevirip "Birazdan burada bir çekim olacak. Tüm gün hazırlıkları yapıldı gelinliği de o yüzden giydim ya zaten. Kardeşinin ayarladığı ve uzun zamandır üzerinde çalıştığı bir çekim..." dediğimde Ahmet'te yüzünü şekilden şekle sokarak "Birazdan burada bir çekim değil bizim nikahımız olacak Eylül" dedi. Bakışlarıyla bana bir şeyler ima edince dikkatimi çekmeye çalıştığı yere doğru bakıp masadaki ahşap isimliğin ön tarafındaki "Eylül Acar & Ahmet Atahan" yazısını gördüm. O hep orada mıydı ya!

"Sakın Selim'e kızma çünkü o sadece evlenebilmemiz için uygun bir ortam ayarlamam konusunda bana yardım etti o kadar"

"Ne yani şimdi çekim yok mu?"

"Yok"

"Bütün gün yaptığım şey neydi peki?"

"Venedik hatırası! Bugün ayrı ayrı yaptık yarın da birlikte dış çekimimiz var. Nikah görüntülerimizle beraber bizim için harika bir evlilik videosu hazırlayacaklar. Bitince bayılacaksın"

"Bu çekim için kavga ettik biz seninle... Trip attın istemiyormuşsun gibi ne yapacağımı şaşırdım Ahmet! Seninle aram açıldı tartıştık diye içim içimi yedi benim. Hepsi bu planın bir parçası mıydı yani?"

"Çekime pek gönüllü değildin ben de planımın elimde patlamasını istemedim. İnada bindirip işi hemen kabul etmen ve aynı zamanda seni buraya evlilikle alakalı getirdiğimi anlamaman için de bu işe karşı çıkmam gerekiyordu. Malum ne desem tersini yapıyordun" 

"Hastanenin çatısında yaptığımız konuşma?"

"Sanırım en zorlandığım kısım oydu"

Bu konuşmanın üzerine Kenan bitik bir halde "Şu an 42 saniyeyi daha yediler ve korkarım ki Eylül'ün cevabıyla bir 42'yi daha yiyecekler. Evlenemeyecek bunlar onca yolu boşuna geldik!" diyerek ceketini çıkarırken ben de kabarık eteklerimi tutup doğruldum.

Gülümsemeye çalışarak adım adım Ahmet'e doğru yürüyüp "Nikah masası... Teklif..." dediğimde o da geri geri gitmeyi sürdürüp bir yandan da zafer kazanmış bir edayla "İddia... Ben kazandım. Birazdan bir evetini daha alırım Eylül Acar!" dedi. Bu adam bir gün elimde kalacak diyorum kimse inanmıyor.

Girdiğimiz iddia sırasında ona "Tamam kabul! Sen beni nikah masasına oturtmayı başar sana evet demezsem ben de Eylül Acar değilim!" demiştim. Oturtamayacağından emindim çünkü! Az önce bana süslü püslü bir nikah masasında evlilik teklif ettiğine ve benim de kabul ettiğime göre gerçekten kazandı. Hile yaptı beni çok fena oyuna getirdi ama dediğini yaptı sonuçta. Ben de lafımı yiyecek değilim her halükarda basacağım eveti kızsam da sonuçta seviyorum da adamı. 

Haftalar boyunca beni uyuttuğu ve yer yer de gerçek bile olmayan şeyler yüzünden üzülmeme neden olduğu anları düşünerek yürümeye devam edip Kenan'a Sinan'a hatta az önce onlara katılan Azra'nın "Eylül dur! Ne yapıyorsun?" demesine rağmen Ahmet'i uzaklaşamadan ceketinin yakasından yakaladım ve onu kendime doğru çekip gözlerine tehditkar bir ifadeyle bakarak "Nikahı atlatıp bir baş başa kalalım canına okuyacağım senin Atahan! Beni bu kadar kandırıp oyuna getirip üzüp bu işin içinden tatlı tatlı sıyrılamayacaksın haberin olsun" dedim. Gözlerimizi birbirimizin gözlerinde gezdirirken yine o muzur ifade belirdi yüzünde. Bir kere de kork be adam!

Korkmadığı gibi cevabını da kulağıma "Sen nikah memuruna evet de sonra istersen ömrüm boyunca canıma oku şikayet edersem ben de Ahmet Atahan değilim müstakbel karıcığım!" diye fısıldayarak verip yanağımı öptü. Ben şimdi karıcığımlı kocacığımlı çıtırık pıtırık hitaplara fıtık oluyorum ya asabiyet seviyemi ölçmek için mahsus yapıyor. Sayende seviye tavana vurdu Atahan tavana!

Yüzüne yan yan bakıp "Başlatma şimdi karıcığına da müstakbeline de!" dememle de rahat tavrını hiç bozmadan "Ben gidip smokinimi giyeyim. Nikahıma kaç dakika kaldı Kenan?" diyerek sırıta sırıta uzaklaşmaya başladı. Erken kırışacağım bu adamın yüzünden!

Kenan tam kalan zamanı söyleyecekken gözlerimi belerterek "Sakın! Kenan sakın. Kız tarafısın kız tarafında kal" dedim ve önümde üç kişi etten duvar örmeleri sebebiyle de "Arkadaş sizde adam boğazlıyormuşum gibi kapatmayın önümü müstakbel şeyim o benim... Hay müstakbeline! Ciddi ciddi evlenecek miymişiz biz şimdi? Resmi anlamda yani... Hayır bileyim de ona göre gidip hazırlanayım temsili bir şey ise boş yere uğraştırmayın beni" dedim. Bir gülmeyin arkadaş ya!

Halimize güldüklerini görünce bir yandan Ahmet'in elleri ceplerinde bir halde merdivenleri artist artist çıkışını izleyip bir yandan da "Hem seviyorum hem sinir oluyorum yemin ederim kafamı çok arttırıyor bu adam benim!" diyerek onlarla birlikte sinirden gülmeye başladım. Bir gün içinde duygudan duyguya sokup tepetaklak etti beni yine! Kenan'ın omzuma omuz atıp "Hadi git giyin artık Pembe Panter gerçekten az zamanınız var" demesiyle anneme benimle gelmesini işaret edip kabarık eteklerimi yeniden toparladım. 

"Gidip giyinelim bakalım. Bu arada nikahta ayağa basılıyordu değil mi? Bir acı eşiğini kontrol edeyim bakalım müstakbel eşimin! Uzun zamandır yapmıyordum onu ihmal ettiğimi düşünmesin"


Final sezonunda zaman atlaması yapmıştık oradan bir sahne

Yaptığımız konuşmanın üzerine Ahmet'in yanına gidemedim ve büyüklerimizin masasına geçip Selim dedenin yanına oturdum. Gözüm de çocukların olduğu yerden ayrılmadı. Yiğit'in ellerinden Selim tutmuş Barış'ın ellerinden Tolga tutmuş Ahmet'te Rüya'nın elinden tutan Kenan ile birlikte paytak gençliği kovalayıp balonla bacaklarına vurarak çığlık attıra attıra güldürüyorlardı. Onlar koşuşurken kızlarda masaya geldi ve Meral benim yanıma Ela ile Mine'de Ferda teyzelerin yanına geçti.

Bir sohbet dönüyor ama ne konuşuluyor odaklanmadığım için anlamadım. Sadece bir ara Meral'in üzüldüğümü anlamış gibi elimi tutup başını omzuma koymasıyla tebessüm edip aynı şekilde diğer elimi ellerimizin üzerine koyup başımı ona yasladım. Bu halimizde masadaki herkes gibi Selim dedenin gözünden de kaçmadı.

"Ne oldu bakayım benim güzel kızlarıma? Selim ile bu Ahmet mi üzdü sizi gelmiş burada el elde baş başta süklüm püklüm oturuyorsunuz? Söyleyin dedenize ne yaptıklarını hemen alayım ifadelerini haytaların!"

"Bu defa sorun Ahmet'te değil dede bende. Alacaksan benim ifademi al sana karşı boynum kıldan ince"

"Yok yok! Kesin bu Ahmet zırtapozu bir haltlar karıştırmıştır. Ben bilmem mi kırk yıllık torunumu? Adamın eli kolu dursa ağzı burnu ayrı oynuyor!"

Meral ile birbirimize gülümsedikten sonra kollarımı Selim dedenin beline sarıp başımı da omzuna yasladım. O da kollarını omzuma sarıp bir yandan da Meral'e "Seninki ne durumda çekeyim mi kulaklarını?" diye soruyor Meral'de Selim'den yana hiçbir sorun olmadığını söyleyip eşini kurtarmaya çalışıyordu. Ben de Meral'i kurtarayım bari.

"Senin torunların pırlanta dede valla bak! Eşleri benzerleri ara ki şanslıysan bulasın denen cinsten. Bu defa kendisine çeki düzen vermesi gereken benim de önce bunu nasıl yapacağımı bulmam lazım"

"Güzel bir kalbin var senin..."

"Sahi mi?"

"Sahi ya! Aynı elmas gibi... Sor Meral kızıma anlatsın sana elmas nedir ne değildir diye bunlar onun uzmanlık alanı bir işin ustasının yanında ahkam kesmek cahil cühelalık etmek ile eşdeğerdir en nihayetinde"

Meral araya girip "Estağfurullah dedeciğim benim yaşım kadar sizin bilgi birikiminiz var. Dikkatle ve can kulağıyla dinliyorum ben sizi buyurun lütfen" dediğinde Selim dede benim önümden ona şöyle bir bakıp "Tevazu sahibi olmak güzeldir değerlidir ama bir işte kalifiye elemansan bir yerin bir ağırlığın varsa fazlası da vasattan nasihat dinlettirir adama denir. Bir de dede sözünün üstüne söz söylenmez. Sen şimdi anlat bakayım bana en sert taş hangi taştır?" dedi. Eyvah! Benim üzerimden Meral'i yoklamaya çekecek durduk yere yaktım kızı görüyor musun?

"Mohs ölçeğine göre on sertlik derecesiyle öne çıkan elmas dünyada bilinen en sert maddedir ve bu skalanın altında kalan tüm taşların aksine onları çizebilme özelliğine sahiptir"

"Hey maşallah! Peki bir elmas nasıl zarar görür? Öyle düşürsem atsam tramboline çıkmış gibi üstünde tepinsem başarabilir miyim ona zarar vermeyi?"

Tepinmeyi anlatırken canlandırma yapmasaydı keşke çünkü bir anda ciddiyetten kopup gülmeye başladık. Meral de gülerken bir an sustu sonra dedenin ne demek istediğini anlamış gibi elini dizime koyup gözümün içine baka baka "Elmasın darbe kaynaklı çizilmesi ya da kırılması söz konusu bile değildir. Bir elmasa ancak kendisi gibi bir elmas zarar verebilir" diyerek cevapladı "Kendi kendinin kurdudur yani diğerleri kendini yırtsa bir şeycik yapamaz. İşte böyle güçlü böyle çelik gibi bir kalbi var benim Eylül kızımın" diyen Selim dedenin sorusunu.

O an Ahmet ile Yiğit'e takıldı gözlerim. Düşüncelere daldım. Biz üçümüz aslında o elmasın içindeyiz. Aramızdaki bağ o kadar güçlü ki hiçbir darbe başaramaz bize zarar vermeyi. Ama ben yapıyorum? Korumaya çalıştığım bu denli güçlü bir yapıyı korkularım yüzünden içten içten zedeliyorum. Benim düşüncelerimi düzenleyip kendi kendimin hatta bu güzel ailemin kurdu olmayı bırakmam lazım.

Selim dedeye Meral vesilesiyle anlattığı şeylerden dolayı daha bir sıkı sarılıp "Hiç söyledim mi bilmiyorum ama ben seni çok seviyorum be dedem! Valla bak içimi aydınlatıyorsun. Ben arada bunaldıkça darlandıkça sigortam attıkça sana geleceğim" dediğimde bu defa da bana şöyle bir bakıp "Ha! Kendini rahatlatırken bir ayağı çukurda adamı dert sahibi edeceksin yani!" deyiverdi. Şaka yaptığını bildiğimizden güldük elbet.

"Merak etme ben gelince sana dert tasa anlatmam. Alırım bir ekmek kadayıfı geçerim dizinin dibine eski plaklarını dinler hem tatlımızı yeriz hem de sohbet muhabbet ederiz"

"Yedirmez bu senin kocan olacak zırtapoz! Bunun doktorluğundan yaka silktim inan olsun. Elimiz kolumuz tutulaydı da tıbbiyeye gönderemeyeydik bunu! En son ne zaman tatlı yediydim unuttum. Meral kızımın evde miydi? Talimat vermiş lokmalarımı sayıyorlar her yediğim gırtlağımda otobüs seferi bekleyen bitap yolcular gibi sıra sıra diziliyor"

Masada herkes çaktırmadan gülüyor bendeniz de gülmemek için kırk takla atıyorum tabii. Selim dedeye boş ver torununu dercesine elimi sallayıp "Bir kilo yemeyiz canım birer küçük dilim yeter. Hem ben senin tatlına tarçın da serperim ya da üstüne birer fincan tarçınlı çay içeriz şekerin falan oynamaz sağlama alırım ben seni. O gün Selim ile Meral'e gittiğimizde nasıl yedirdi? Demek ki arada kaçamak yapılabiliyor" dediğimde dede bir yükseldi ve "Hay yaşa be kızım! Gelirken Meral'imi de al o da gelsin gelinlerimle oturup felekten bir gün çalalım. Onun kocasını da severim ederim ama o da ayrı bir cins! Şekerdi çikolataydı oydu buydu de hemen bir alerjenlerdi bir eser miktarda yeneceklerdi listesi çıkarıyor adamın önüne lanet olsun caydım yiyecek heves kalmadı diyor insan! O Kaan'ım bir ağız tadıyla oturup abur cuburların dibini kazıyamadı bu zapturaptçi babası yüzünden. El kadar çocuk için sıkıyönetim uyguluyor yahu! Ağabeyi ayrı o ayrı... Halbuki sende at iki akide şekeri bir serotonin seviyen yükselsin yüzün gülsün be oğlum!" deyişiyle iyice koptuk tutabilene aşk olsun!

"Dede sen bizimle birlikte bu evde yaşasana. Gerçekten bak ben sana muazzam bakarım bir dediğini de iki etmem. Çok eğleniriz ya bir düşün bence"

"Ben senin bu kocandan zor kurtulmuşum bir daha onunla aynı eve girer miyim kızım aklımı peynir ekmekle mi yedim! Yıllarca avuttum kendimi yirmili yaşlarında bulur bir kız evlenir gider huzura ererim diye ama bana inat gibi gitti kırkında evlendi eşek sıpası! Gönder bunu evden geleyim dede torun yaşayıp gidelim"

"Yok o dediğin olmaz dede Ahmet'i gönderemem hiçbir yere. Onsuz olmaz ki artık... Bu saatten sonra o nereye ben oraya ben nereye o oraya"

"Aşk böyle bir şey işte... Büyük ikramiye ile voleyi vurmak yerine amortiye razı gelirsin"

Çenem ağrıdı artık gülmek istemiyorum. Oturduğum yerden kalkıp Selim dedeye sandalyesinin arkasından sarılarak yanağına da "O amorti benim hayatımın en büyük şansı ama" diyerek bir öpücük bıraktım. O da elimin üzerine minik minik vuruşlar yapıp beni kendisine doğru yaklaştırdı ve şakacılığı bırakıp "Hep böyle gülsün yüzün az önceki gibi mutsuz görmek istemiyorum ben seni bak kaç yaşında dedeyim seni güldüreyim diye torunlarımın ağızlarından girdim burunlarından çıktım. Sen benim her zaman neşeli haşarı hayat dolu Eylül kızım olacaksın tamam mı?" dedi. Söylediği şey ne kadar kıymetli bir bilse.

"Güleceğim de hayat her konuda yolunda gitmiyor bazen be dedem"

"Mutlu olmak her şeyin yolunda olması demek değildir. Mutlu olmak görmezden gelme konusunda ustalaşmak demektir diye bir söz vardır unutma bunu yaz bir kenara"

"Aa! Akıl Oyunları'ndan alıntı yaptın"

"Taşı gediğine koydum mu koymadım mı ondan haber et sen bana"

Baş parmaklarımı kırptığım gözümle birlikte taşı uygun yere koyduğunu belli edercesine kaldırdıktan sonra dededen aynı karşılığı alıp çocukların yanına gittim. Ahmet'in geldiğimi anladığına adımın Eylül olduğu kadar eminim ama henüz göz göze gelemedik. Yiğit'in yanına oturup başını öptükten sonra önündeki topla oynatmaya başladım ama dikkatim de tamamen Ahmet'in üzerindeydi.

"At-taaağ!"

Yiğit'in seslenişiyle göz göze geldiğimizde Ahmet'in arkamdan geçip gittiğini fark ettim ve oğlana dönüp "Dattarın mı öğretti annen gelince atarlı de diye?" dedim. Yeniden şirin şirin "At-taağ!" dediğinde Ahmet'e doğru baktım da dedesiyle babasının ortasına oturmuş konuşuyorlardı. Selim dede şimdi bana yaptığı gibi onun da enerjisini toparlar herhalde. Ahmet ile gergin olmaktan gerçekten de hiç hoşlanmıyorum. Haklı olduğu anlarda tartışmaktan hele hiç mi hiç hoşlanmıyorum. Umarım bu gerginliği uzatmayız. "Uzatmayız değil mi Eylül?" diye sorasım var ama alacağım cevaptan emin olamayınca sus diyorum kendi kendime. 


Kızlarının adı ne olmuş olabilir? Tabii ki Yasemin :)

"Kızım hadi gel çiçeklerle sonra muhabbet edersin!" 

Eve yaklaşıp pencerelerin önünden geçerken içeride hareket eden bir karartı gördüm. Bir günümüz de aksiyonsuz geçse dişimi kıracağım. Evin içine doğru baktığım sırada Yasemin'in "Niye durdun anne?" deyişiyle susmasını işaret edip sessizce "Arkamda dur" dedim ve eğilerek pencerelerin önünden geçip kapının yanına geldim.

Kulağımı kapıya dayadıktan sonra içeride bir şeyler döndüğünü anlayıp olduğum yerde eğildim ve Yasemin'in kollarını tutup "Şimdi sessiz oluyoruz ve ne olursa olsun birbirimizden ayrılmıyoruz tamam mı?" dedim. Gözlerini kocaman açıp bana bakarak kaldı çocuk.

"Neden böyle bir şey yapıyoruz?"

"Çünkü evimizde istenmeyen misafirlerimiz mevcut"

"Hıı!"

"Korkma halledemeyeceğimiz bir şey değil"

"Tamam"

"Şimdi yavaşça arkamdan gel"

Birlikte eğile eğile arka bahçeye gittikten sonra Mehmet Efendi nerede diye şöyle bir baktım ama ortalarda görünmüyordu. Bahçedeki kutunun içinden kendimizi koruyacak bir şeyler aldıktan sonra oğlanların silahlarından birini "Her şeyi unut! Sadece sen ve ben varız ve karşımızdaki kim olursa olsun birbirimizi korumak zorundayız anlaştık mı?" diyerek Yasemin'e verdim. Elindeki silaha tuhaf tuhaf bakıp "Babamı bekleyelim o bizi korur" deyince elini tutup kendimle birlikte yürüterek "Yanında bir orduya bedel anan var hâlâ babam mı diyorsun? Hadi Yasemin hadi!" dedim. Babasını bir göreyim canına okuyacağım haberi yok.

Kapının yanına gelir gelmez anahtarı kilide sokup açtım ve sırtımı duvara dayayıp üçten geriye sayarak ayağımla vurduğum kapıyı sonuna kadar açtım. Açmamla birlikte kulak tırmalayan acayip bir müzik son ses çalmaya başladı. Eğildikten sonra çantamdan aldığım allığımın aynasını kullanarak kendimi açık etmeden içeriyi dikizlerken Yasemin de "Çok akıllıca!" deyip başını uzatarak benimle birlikte bakmaya çalışıyordu.

Durum tespitinin ardından allığı kapatıp "Yiğit ile küçük Ahmet bende sana da üçlü koltuğun arkasına pusu kuran büyük Ahmet kaldı ama başa çıkabileceğine eminim" dediğimde kızımla birbirimize korkusuz bakışlar atıp üç deyince de elimizdeki su tabancalarıyla eve daldık. 

O anda da büyük bir kaos yaşandı çünkü biz içeriye Lara Croft karizmasıyla girsek de bir anda koltukların arkasından çıkan kaçık Kızılderililer bize doğru plastik oklar atmaya başlayınca bütün öz güvenimiz yerle bir oldu ama yılmak yok. Bittiniz oğlum siz!

Evin içinde birbirimizi ele geçirmeye çalışarak oradan oraya koşup saklanırken anlık bir dalgınlıkla boş bulundum ve yakalanmam kaçınılmaz oldu. Bu da kendimi unutup tam Yasemin'i masanın altına yönlendirmiştim ki bir elin arkamdan ağzımı kapatıp beni geri geri çekerek mutfağa sokmasıyla gerçekleşti. O el Ahmet'in eliydi tabii ki.

 "Çok pis bilendim Atahan canını seviyorsan kaç!"

Yükseldim tabii yükselince de elimin ayarı kaçtığı gibi Ahmet'i kapıya yapıştırdım ama elimdeki su tabancasını ona doğru tutup "Ellerini kaldır teslim ol yoksa yakarım!" derken başındaki tüylü zımbırtıyı görmemle birlikte bütün ciddiyetim yerle bir oldu. Haliyle "Bu ne be!" diyerek gülmeye başladım. Başında devasa büyüklükte tüylü müylü bir Kızılderili başlığı vardı da ondan böyle dedim.

"Oyun oynuyoruz"

"Oyunmuş! Siz utanmadan bize pusu mu kurdunuz? Bunu canımıza susadık mesajı olarak algıladım"

Bunu söylerken silahı karın boşluğuna yerleştirip diğer elimle de çenesini tuttum ama tırsacağına muzur muzur bakmaya başladı. "Bu konuda ne yapmayı düşünüyorsunuz güzel bayan?" dediğinde gözlerimi kısıp "Öğrenmek istiyor musun gerçekten? Çok cesur adammışsın doğrusu" dedim bir yandan da silahı biraz daha bastırarak. 

Ahmet gülerek beni öpmeye teşebbüs edince ona engel olup "Hop! Bana bak kabile reisiymiş Oturan Boğa'ymış demem akıtırım pekmezini evli barklı kadınım ben geri bas yoldurma bana kafandaki tüyleri!" dedikten sonra yüzüne su sıktım. Sıkmamla birlikte su gözüne girince işler değişti tabii. Ooops!

"Aah! Eylül ne yapıyorsun ya?"

"Aman sen de ne naziksin iki cilveleşiyoruz şurada hemen oran buran döküldü"

"Gözüme su sıktın Eylül! Ne yapmamı bekliyordun acaba?"

Kırpıp durduğu gözüne peçete tutarken bir yandan da özür dileyip durdum ama bir şey olmadı herhalde çünkü aniden başını doğrultup "Çocuklar?" dedi. Yüzündeki ifadenin aynısı bende de belirince hemen mutfaktan çıkıp salona girdik ama bir şok görüntüyle karşı karşıya geldik. 

Ben müziğin sesini kısarken Ahmet'te oğlanların üzerine örtü atmış elinde su tabancasıyla üstlerinde oturan Yasemin'e doğru gidiyordu. Oğlanlar örtünün altında kıpır kıpır olunca Yasemin'de dengesini bulmakta zorlanıyor gibiydi ve bu da çok tatlı bir görüntüye sebep oluyordu.

Bizim atarlı fıstık büyük bir zafer kazanmış gibi bir tavır takınıp "Evimizi düşmanlardan korudum anne" dedikten sonra kendisine kollarını açan Ahmet'in kucağına atlayarak "Baba sen çok komik olmuşsun!" deyince araya girmek zorunda kaldım ve "Baba değil o Oturan Boğa" der demez örtüyü kaldırıp oğlanları da yerden kaldırdım.

Tiplere bak! Bunlar da tüylü ama tüyleri dökülen cinsten. İkisini de yanıma aldıktan sonra dudağımı Yiğit'in alnına dayayıp ateşini kontrol ettim gerçekten düştüğünü anlayınca da rahatlayarak ikisine birden sarıldım. Annesinin kuzuları...

Günlerinin nasıl geçtiğini öğrenmeye çalışırken de karşı koltukta kaos başladı. Ahmet Yasemin'in elbisesindeki dondurma lekesini fark edip "Nee! Bensiz dondurma mı yedin sen? Şimdi ben de seni yiyeyim mi he!" diye diye küçük hanımı koltukta gıdıklarken Yasemin'de çığlık kıyamet bağırıp "Amcam aldı amcam!" diye kendisini savunarak gülüyordu ama kurtulabilecek gibi görünmüyor çünkü bu sefer de "Hııı! Selim amcana mı gittin sen!" ısırıklarıyla kaçışmaya başladı. Deliler!

Yasemin kaçmayı başarıp Ahmet'in omzuna atlayınca konu da değişti çünkü saçı başı birbirine girmiş bir halde babasının yüzüne eğilip "Okulda maske yaptık göstereyim mi?" dedi. Eyvah! Bunu der demez hemen aşağıya inip çantasının yanına gelerek fermuarını açtı ve bize arkası dönük bir halde yüzüne geçirip aniden dönerek "Hangi hayvanım ben?" diye sordu. Ağzımı açarsam ne olayım!

Ben ağzıma fermuar çektiğimde ağabeyinin "Hamster!" demesiyle Yiğit aniden kardeşine dönüp susmasını ister gibi "Şişşt!" deyince gözlerim aralarındaki kuşku uyandıran bakışmalar sebebiyle ikisinin arasında gezinmeye başladı. Tabii Yasemin'in "Of! Bilemedin" demesiyle dikkatimiz yeniden ona döndü. O da Ahmet'e dönüp "Sen söyle baba kimim ben?" dediğinde Ahmet maskeyi dikkatle inceleyip sırıta sırıta "Şurada küçük tatlı kırmızı bir kurdele görüyorum. Yanağına ve burnuna bulaşan koyu kahverengi lekeyi de göz önüne alacak olursak eğer... Çikolatalı ekmek yiyen hipopotam!" deyince gözlerim şehlalaştı. Yok artık! Ama bildi galiba çünkü Yasemin deli gibi sevinip "Babam bilir demiştim!" diyerek boynuna atladı. Nasıl bilir ya ne alaka?

Ahmet boş boş dolanan bakışlarımı görünce nasıl bilmezsin der gibi bakıp "Arkadaşım Hipopotam Diş Hekimine Gidiyor kitabını unuttum deme" dedi. Oo! Şimdi hatırladım o kitapta çikolatalı ekmek yemeği seven bir hipopotam var ve çikolata yedikten sonra dişini fırçalamadığı için doğal olarak yolu diş hekimine uzanıyordu. Of Yasemin! Yapacak onca şey varken hipopotam mı gerçekten?


Yasemin ile ikinci perde

"Anne! Baba! Ağabeyimler odalarına fare almışlar!"

Yasemin merdivenlerden iner inmez tutuşmuş bir halde etrafımızda dolanıp "Fare gördüm! Fare gördüm! Fare gördüüüüm!" diye zıplamaya başladı. 

Eylül'ün kızarak "Ne faresi ya! Nerede? Kesin bahçe kapısından girdi. Hep diyorum şu yediğiniz şeylerin kırıklarını temizleyin diye ya!" dediğini işitince çocukları kurtarmak için kulağına doğru yaklaşıp "Arkadaşlarından Yasemin ile kafa bulmak için oyuncak hamster almışlar bozma çocukları" dedim. Yalandan kim ölmüş? Oyuncak değil de canlı hamster olduğunu bilse yanacağımız kesin. Oğlanlar özenmişler arkadaşlarından emaneten almışlar iki gün Eylül'den gizli saklı bakacağız mecburen. 

Eylül Yasemin'in bahsettiği farenin oyuncak olduğunu öğrenince gözlerini rahatlamış gibi devirip "Korkma kızım minnacık hayvan ne yapabilir sana?" dedi ama Yasemin ikna olacak gibi değildi.

"Minnacık değil anne kocaman dişleri ve tırnakları var kafam kadar da kafası var! Yanakları da şişmiş sanırım benden önce başka bir çocuğu yedi"

"Fıstıktır o fıstık!"

Eylül bana dirsek atıp çocukla dalga geçmememi söylerken Yasemin de anlatmayı sürdürüyordu. Susmayacak galiba. "Eminim fıstık değildi o!" dedikten sonra küçücük parmaklarıyla gözlerini açarak büyütüp "Gözlerini bu kadar açmış bana doğru bakıyordu. Ağabeyim yaklaşmamamı çünkü yanaklarımı yiyebileceğini söyledi ama ona da çok küstüm hiç beni korumadı. İnsan kardeşi korkuyorsa onu korur değil mi anne? Ama onlar bana güldü! İkisiyle de konuşmayacağım ve gece olduğunda onlar uyurken yüzlerine zeytin ezmesi süreceğim. Bir de ne yaptılar biliyor musunuz? Odadan çıkmam için fareyi yere koydular çığlık çığlığa kaçtım oradan ama ya gece olduğunda yatağıma gelirse? Ay ne yapacağım ben amcamlara mı gitsem acaba? Oraya da gelmez değil mi? Çünkü gelirse Zülal de korkar o korkarsa ben daha çok korkarım zaten Meral teyzemde sevmez öyle şeyler küt diye bayılır. Ama Selim amcam kapıları iyice kilitlerse belki..." deyip hâlâ nefes almadan konuşmaya devam edince aynı anda koltuğa oturup başımı Eylül'ün omzuna gömerek "Susmayan çocuk yapmışlar" dedim. Sinirsel gülme denen şey de an itibarıyla bana musallat oldu galiba çünkü duramıyorum.

"Anneannem olsaydı kuyruğundan tutup fareyi dışarıya bırakırdı ama anneannem yok! En iyisi babam beni dedemlere götürsün hem Selim dedemin bastonu var o kimseyi yanıma yaklaştırmaz korur beni zaten çok da özledim kesin bana oyuncakta almıştır onu da görmüş olurum. Uyumamışlardır değil mi? Arayıp bir sorsak..."

"Hâlâ konuşuyor Eylül"

"Ne yapsak sussun diye dondurma mı versek? Gerçi susması için verdiğimizi anlarsa da eve dondurma imalathanesi kurmak zorunda kalırız"

"Yemek saatinde taviz veremeyiz"

"Ahmet gülme çocuğun suratına baka baka"

"Tansiyonum düştü Eylül"

"Senin mi benim mi?"

İkimiz de baygınlık geçirecek hale gelirken Yasemin ellerini beline koyup "Siz beni dinlemiyor musunuz? Kendi aranızda konuşurken beni duymadınız bile! Baştan anlatıyorum bu sefer beni dinleyin lütfen çünkü önemli bir şey anlatıyorum burada! Fare gözlerini bu kadar açmış bana doğru bakıyordu..." deyince konuşma geri sardı biz de araya girmeyi başaramayınca Eylül ile sözleşmiş gibi aynı anda "Dondurma yer misin?" deyiverdik. 

Taviz vermememiz gereken bir kuralı çiğnediğimiz için Eylül ile düşünceli bir bakışla birbirimize bakarken Yasemin de bir anda mevzuyu unutup "Olur hadi yiyelim!" dedi ama yanlış bir şey yaptık. Çok yanlış bir şey... 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder