Bu blogda yer alan logolu içerikler NK Hobisel İşler'e aittir. İzinsiz kaynak gösterilse dahi ne yazılı ne de görsel içeriğin kullanılması yasaktır.

Sahne Alıntıları (Son Mektup)

85+2 özel bölüm sonunda final yapan Son Mektup adlı hikayemden sevilen sahneleri ekleyeceğim. Bu arada hikayenin tam hali internet ortamında yok çünkü finalden birkaç yıl sonra kaldırmıştım. (Finalde toplam okunma sayısı 256,838'di  ;) Ama okunma rekorum 844,359 ile başka hikayemdeydi) Gifleri ve resimleri sahnelerime uyacak şekilde kesip birleştirip kendim hazırladım yani bölümler var olan görsellere göre yazılmadı görseller yazılanlara göre tarafımdan ayarlandı.

Bir kitap blogu açıp hikayeyi oraya ekleme başladım. Verdiğim linkten bölümlere ulaşabilirsiniz.TIKLAYIN

  Yazar : NK

Meral Tekin & Selim Atahan

(Bu ikilinin çok vurucu sahneleri oldu ama hikayede okurları ilk etkileyen sahneleri buydu)

Kucağımda duran paketin üzerindeki kuru boyayla çizilmiş resme bakıp ne olduğunu anlamaya çalışırken bir yandan da kenarını birazcık açıp Kaan'ın içine ne koyduğuna bir göz attım. İtiraf edeyim onu elime verdiğinden beri merakım en üst noktadaydı. 

Paketi diğer tarafa çevirdiğimde içindeki kutunun kenarında yazan "Sütlü Çikolata" yazısı sebebiyle yüzümde ister istemez bir tebessüm oluştu. Demek bu yüzden bana çikolata sevip sevmediğimi sordu. Robotunu tamir ettim ya kendince teşekkür etmek istemiş olmalı. İşe bak daha o andan bana bunu vermeyi kafasına yerleştirmiş. Ah! Gerçekten çok zarif bir çocuk.

Pakete gülümseyerek baktığımı görünce Selim Bey önce "Ne oldu Meral?" diye sordu hemen ardından da cevabımı beklemeden tebessüm edip "Umarım oğlum sana tuhaf bir şey hediye etmemiştir" dedi. Herkesin derdi başkaydı tabii. Mutlu hislerle başımı iki yana sallayarak "Hayır tuhaf bir şey değil merak etmeyin" derken aynı anda da paketi tamamen açtım ve sözüme "Kaan bana çikolata hediye etmiş" diyerek devam ettim. Duyduğu şeye o kadar şaşırdı ki anlatamam.

Afallamış bir halde bana bakarken aniden yola dönüp sonra da tekrardan bakarak "Sana çikolatasını mı vermiş? Emin misin?" diye sorunca gözleriyle görsün diye çikolatayı ona doğru tutup "Evet eminim. Bakın işte burada" dedim. Çikolatayı gördükten sonra bir müddet sessiz kaldı. Önüne dönüp yola bakarken de düşünceli bir şekilde tebessüm etti. İyi de neden bu kadar şaşırdı anlamadım. Hem ne var ki bunda? 

"Siz bunu tuhaf bir hediye olarak mı algıladınız Selim Bey? Bana göre bu bir çocuktan gelebilecek çok hoş bir hediye de..."

"Hayır öyle algılamadım"

"Öyleyse?"

"Kaan çikolataya çok düşkündür"

"Evet öyleymiş söyledi. Sanırım siz de sık sık yemesini istemiyormuşsunuz. Yani Kaan bana öyle dedi"

"Onu da söyledi demek. Doğru istemiyorum çünkü küçük bey bu konularda nerede duracağını bilemiyor ve hâl böyle olunca da yeme düzeninde ciddi aksamalar yaşanıyor. Tabii sınırı aştığında cildinde oluşan kızarıklıklar da beni endişelendirmiyor değil"

"Kaan'ın da benim gibi alerjik bir yapısı var sanırım. Yemek sırasında fıstığa ve deniz ürünlerine karşı da alerjisi olduğundan bahsetmiştiniz"

"Biraz hassas ama neyse ki doktoru bizi bu konuda yeterince bilgilendirdi. Kontrolü elden bırakmazsak sorun yaşamıyoruz"

"Çikolatayı bu kadar severken onu uzak tutmak zor olmalı"

"Hem de çok zor. İlk zamanlarımızı hatırlıyorum da daha fazla yemesin diye tabağındaki birkaç parça çikolatayı sevmememe rağmen yemek zorunda kalmıştım ama beyefendi bu hareketime çok bozulup benimle bir hafta boyunca tek kelime dahi konuşmamıştı. Beni gerçekten çok zorlamıştı"

"Sahi mi?"

"Eve bu tarz abur cubur olarak adlandırılan şeyleri haftada sadece bir kere alıyorum. Ev dışında yerse de hakkını o şekilde kullanmış oluyor ve bu süre uzuyor tabii. Tüm aile bireyleri de sağlığı söz konusu olduğu için bu kuralı harfiyen uyguluyor. Yani şirinliğini kullanmaya kalksa da işe yaramıyor. Bu yüzden de çikolatası Kaan için çok kıymetlidir. Şimdi de sana vermesine şaşırdım çünkü daha önce çikolatasını kimse ile paylaştığını görmemiştim. Özellikle de bütün paketini..."

"Bana bu hediyeyi verirken bir hafta boyunca çikolata yememeyi göze mi aldı yani? Şu an bu söylediğinizle bu hediye benim için çok daha değerli bir hale geldi"

"Seni gerçekten sevmiş olmalı yoksa ne böyle bir hediye verirdi ne de sana Meral abla diye hitap ederdi"

"Ben de bana abla deyince neden herkesin şaşırdığını merak etmiştim"

Bunu söylediğimde Selim Bey ifadesini biraz düşürerek ciddileşti. Aramızda bir sessizlik olduğunda artık bunun nedenini biraz olsun anlıyorum sanki. Önce hata yapmamak için söyleyeceklerini kafasında bir tartıyor sonra da karşısındaki kişiyle paylaşıyor. Neyse ki direksiyonu iki eliyle kavrayıp gözlerini de yoldan ayırmadan merakımı gidermeye başladı.

"Kaan yanıma geldiğinde bir hayli ürkek bir çocuktu. Sadece beni tanıyordu ve bir tek de bana güveniyordu. Babama dedeme ve diğer aile bireylerine alışması zaman aldı. Şimdi onlara da en az bana olduğu kadar güveniyor ama aile dışından gördüğü kişilere karşı mesafesini hep aynı seviyede koruyor. Bu yıllardır hiç değişmedi. Ta ki bugün sana bu şekilde hitap edene kadar... Seni ilk defa görmesine rağmen aranızda bu kadar çabuk bir bağ kurulmasına şaşırdığımı gizleyemem"

Yanıma geldiğinde mi dedi? Nasıl yani... Ah! Anladım galiba. Kaan'ı evlat edindim demek istemedi o yüzden bu ifadeyi kullandı. Söylediklerini düşünürken "Sadece beni tanıyordu dediniz" dediğimde bir an durdu sonra da "Ziyaret ederdim... Yani şeyi... Bu bakıma muh..." derken sözünü tamamlamadan sustu. İlk defa iki lafı bir araya getiremediğine şahit oldum. Belli ki bunu sesli olarak bile dile getirmek istemiyordu. Üzüldüğünü hissedip hemen müdahale ederek "Ben ne demek istediğinizi anladım Selim Bey" dedim. Bunu söylememin rahatlığıyla yüzüme bakıp teşekkür eder gibi başını salladı. O kısmı atlatınca da Kaan ile yollarının nasıl kesiştiğini anlatmaya devam etti.

"Ailesi ile beraber bir trafik kazası geçirmişler. Kaan'da sadece ufak tefek sıyrıklar oluşmuş çünkü annesi kaza yapacaklarını anlayınca koruyucu bir şekilde ona siper olmuş. Kaan kurtulsa da maalesef anne ve babası hayatta kalmayı başaramamış. Bir süre tanıdıklarına ulaşmaya çalışmışlar ama onunla ilgilenebilecek bir akrabası olmamış. Bulunduğu yere de yeni getirilmişti ve o gün tesadüfen ben de oradaydım. Aslında neredeyse çıkmak üzereydim ama onu görünce neden bilmiyorum orada kalmam gerektiğini hissettim. Bir süre uzaktan Kaan'ı izledim. Küçücüktü Meral... Etrafında olup bitenden bihaber gibiydi. Çabalasa da uyum sağlamak konusunda çok zorlanıyor kimse ile de konuşmuyordu. O gün eve döndüm ama sanki bir yanım orada kalmış gibiydi. Ne yediğimi bilebildim ne de elime aldığım işi odaklanarak bitirebildim. Ev üstüme üstüme gelmeye başladı. Ben de dışarıya çıktım. Uzun uzun dolaştım ve sonra oraya geri dönüp çocukla konuşmak istediğimi söyledim. Önce bunun uygun olmayacağını söylediler ama bunu duyacağımı bildiğim için zaten oraya hazırlıklı gitmiştim. Uzun bir konuşmanın ardından da onları ikna etmeyi başardım. Beni çok iyi tanıdıkları için herhangi bir ters durum olmayacağını elbette ki biliyorlardı ancak Kaan'ın oradaki ilk günüydü ve olumsuz etkilenmesini istemiyorlardı. Aslında haklılardı ama ben bu yapacağım şeyin doğru olduğunu hissetmiştim. Müdürün refakati eşliğinde odasının önüne geldim ve kapıyı tıklatıp içeriye girdim. Beni görünce bir anda ayaklarını toparlayıp yatağının köşesine sokuldu. Yumru gibi oldu. Korkmasın diye kapıyı sonuna kadar açık bırakıp ondan uzakta olan bir sandalyeyi işaret ederek o istemediği sürece kendisine yaklaşmayacağımı ve sadece biraz sohbet etmek istediğimi söyledim. Herhangi bir tepki vermedi. Sadece ben oturduktan sonra uzun uzun bakıp beni dikkatle inceledi. Bir süre sonra gözleri bir noktaya sabitlendi. Bakışlarını takip ettiğimde ceketimin cebindeki kaleme baktığını fark ettim. Kalemleri hâlâ çok sever. Onu cebimden çıkarıp bana refakat eden müdüre göstererek onay aldım ve Kaan'a dönüp "Kalemleri çok mu seviyorsun?" diye sordum. Sevdiğini belli edercesine gözleri ışıldadı. Bana cevap vermedi ama bacaklarını sıkı sıkı sardığı ellerini gevşetip kaleme doğru bakmaya devam etti. İsterse kalemi ona verebileceğimi söylediğimde ise hafifçe başını salladı. Ağır adımlarla yanına yaklaşıp kalemi komodininin üzerine bıraktım. Önce bana baktı sonra da kaleme bakıp elini yavaşça uzatarak onu oradan aldı. O kalemi incelerken ben de sandalyeme dönmek için geri çekildim ama o anda ürkek bir ses tonuyla "Selim Atahan siz misiniz?" diye sordu. Sesindeki tonlama hâlâ kulaklarımda. Kalemin üzerinde yazan yazıyı okuyabildiğini anlayınca çok şaşırmıştım. Bunun için yaşı çok küçüktü çünkü. Yerimde kalıp "Evet" dediğimde kaleme bakarak gülümsedi. Kalemin üstünde adımın yazıyor olması fikir olarak hoşuna gitmişti"

Bunu söylediği anda benim de aklıma şirketteki masasının üzerine devirdiğim kalemler geldi. Demek Kaan bu üzerinde isim yazan kalemi sevdiği için Selim Bey onun adına da özel bir kalem yaptırmış. Ah! Sözleriyle attığı düğümleri şu an öyle bir sıkıştırdı ki ondan kurtulmayı başarmam imkansız gibi görünüyor.  Ona olan hayranlığım an be an artarken o da tavrını hiç bozmadan aynı ciddiyette anlatımını sürdürdü.

"Kalemi uzun uzun inceledi sonra da bütün odayı bakışlarıyla taramaya başladı. Bir kağıt ya da üzerine yazabileceği herhangi bir şey arıyordu. Ama bulamadı. Ben de içgüdüsel olarak avucumu açıp elimi ona doğru uzattım. Önce bunu neden yaptığımı anlayamadığı için şaşırdı. "Buraya yazabilirsin" dediğimde ise ilk defa yüzüme net bir şekilde bakıp başını salladı. Yanına oturdum ve elimi ona doğru tuttum. Biraz çekindi ama yine de o minik elleriyle elimi tutup avucuma bir şeyler çizmeye başladı. Ben de sessizce bitirmesini bekleyip onu izledim"

Selim Bey bunları söyledikten sonra bir an sustu. Dinlerken dalmışım herhalde çünkü elimde olmadan istemsizce "Elinize ne çizdi?" diye sorup devam etmesini istediğimi belli ettim. Sanırım o gün gözlerinin önünde tekrardan canlandı ve bu yüzden de suskunlaştı. Işıklarda durduğumuzda da bana doğru dönüp bakışları kadar nahif bir ses tonuyla "Ev çizdi" dedi.

Bir şey diyemeden bir süre birbirimize bakıp kaldık. Bir araya gelişleriyle alakalı beni bu kadar derinden etkileyecek şeyler anlatacağını tahmin etmemiştim. Burnumun ucu gibi kalbimin de sızladığını hissettim. Işıklar yeşile dönünce bir yandan yola devam edip bir yandan da zorlansa da sözüne devam ederek "Küçük ama büyük bahçeli bir ev ve kapısında ailesi olduğunu düşündüğüm el ele gülümseyen bir çift çizdi. Kendisi de bahçedeki ağaç evin merdivenini tırmanarak onlara el sallıyordu. Elime bunu çizdi" dedi. Selim Bey bunları anlatırken sanki o anları onlarla birlikte yaşamışım gibi hissettim.

O ailesini kaybetmiş ürkek çocuk bu kadar ağır duygulardan sıyrılıp nasıl bugün tanıştığım o tatlı oğlan çocuğuna dönüşmüştü aklım almadı ama devreye Selim Bey gibi biri girdiğinde bunun çok da garip bir durum olmadığını anlamam da uzun sürmedi. O masum küçük çocuk için o kadar mutlu oldum ki. Kaan gerçekten emin ellerde ve bence kendi ailesinden sonra sahip olup olabileceği en mükemmel ebeveyne sahip.

Devam etmek isteyip istemediğini bilmiyorum ama içimdeki öğrenme isteğine de maalesef karşı koyamıyorum. Ona şimdi soramazsam bir daha hiç soramam gibi geliyor. Bu sebeptendir ki meraklı gözlerimle "Sonra ne oldu Selim Bey?" dediğimde o da konuyu kapatmak yerine derin bir nefes alarak anlatmayı sürdürdü.

"Avucuma baktığımda tek düşünebildiğim şey bu çocuğun bir evde ve bir aile ile birlikte büyümesi gerektiğiydi. En enteresanı da neydi biliyor musun? Resimde ne anlatmak istediğine o kadar odaklanmıştım ki ancak ona baktığımda başını koluma yaslayıp uyuduğunu fark edebilmiştim. Bu o durumdaki bir çocuk için pek de beklenen bir davranış değildi. Sonuçta onun için bir yabancıydım ama onun bu hareketi bana güven duyduğunu gösteriyordu. O gece Kaan'ın yanında kaldım. Kolumun altında uyudu. Aramızda oluşan bağ da yavaş yavaş kuvvetlenmeye başlamıştı sanki. O uyurken iyice düşünme fırsatı elde ettim. Sabah gözlerini aralayıp beni hâlâ yanında görünce şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi ama sonra onu bırakıp gitmediğim için mutlu olduğunu söyledi. Ben de ona sormak istediğim bir şey olduğundan bahsettim. Yine sessizdi ama meraklandığı gözlerinden belli oluyordu. Ben de daha fazla uzatmadan "Benim evimde yaşamak ister misin Kaan? Belki ailenin yokluğunu kapatamam ama seni hayatım boyunca sever korur ve kollarım. Eğer kabul edersen hemen yasal ailen olmak için gerekli işlemlere başlayacağım" dedim. Çok şaşırdı. Gözlerini gözlerimden ayıramadı. Sonra elimi tuttu ve çizdiği resmin hâlâ orada olup olmadığına baktı. Silinmemişti ve orada duruyordu. Minik parmağını resimdeki erkek figürünün üstünde gezdirip belli belirsiz tebessüm etti. Söylediklerimi kabul edeceğini hissetmiştim ve ona orada bir de söz verdim. O da benimle yaşamayı kabul etti"

"Ona söz verdim dediniz..."

Bunu söyledim çünkü anlatırken o kısmı yine atladı. Hoş bunu söylesem de sessizliğini korumaya devam etti. O sırada bir siteye yaklaştık. Hmm... Böylelikle ailesi gibi gösterişli bir malikanede oturmadığını da öğrenmiş oldum. Sitedeki evlerden birinin önüne geldikten sonra arabayı park edip elini çenesine dayayarak beklemeye başladı. Bekledi diyorum çünkü evi görür görmez nutkum tutuldu. Ağlamaya başlayacakmışım gibi hissediyorum ama bunu yapamıyorum çünkü gördüğüm manzarayla kilitlenip kaldım. Evin her köşesini incelerken o kadar duygulandım ki anlatamam.

Bu incelemenin sonunda Selim Bey'e dönüp "Sözünüzü tutmuşsunuz" dediğimde başını olumlu bir tavırla sallayıp tebessüm etti. Bana ne söz verdiğini söylememesine rağmen ben yine de bunu bilip neden sözünüzü tutmuşsunuz dedim biliyor musun? Çünkü Selim Bey'in beni getirdiği ev aynı Kaan'ın onun avucuna çizdiği gibi bir evdi. Çok güzel müstakil bir ev kocaman bir bahçe ve Kaan'ın oynayabileceği ağaçtan bir ev. Şu an tarifi imkansız duygular yaşıyorum. Selim Bey Kaan'ın hayatına giren en büyük armağan olmalı.

(Meral'in elindeki çikolatanın kağıdında Kaan'ın Selim'in eline çizdiği resmin aynısı vardı ;) Küçük bey kendi ailesini bu bölümlerden oluşturmayı kafaya koymuş sanki. Meral ile de hikaye boyunca Selim'den bağımsız enteresan bir bağları oluştu. Meral öleceğini rüyalarında görürken diğerlerinin aksine yanında sadece elini tutup onu bırakmayan Kaan'ı görüyordu ve ondan yönlendirmeler alıyordu. "Sen uyanmıyorsun... Ölüyorsun" diyordu. Ona yaşamaya değil ölmeye odaklı olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Kaan en sevdiğim karakterlerden biriydi)


Kaan Atahan (8 yaşında)

"Yeni doğan tayı görebildin mi?"

İşte en sevdiğim konu dercesine gülümsedi ve hemen heyecanlı bir şekilde çiftliklerindeki atlarla alakalı bana bilgiler vermeye başladı.

O tay aslında Selim Bey'in atının yavrusuymuş. Anladığım kadarıyla Haluk Bey de bu yüzden tayı Kaan'a vermiş. Kaan bana bunu anlatırken bir an durup "Biliyor musun daha önce babam da benim gibi attan düşmüş hatta kaburgası kırılmış" dedi. Bunu duyar duymaz diken gibi olduğumu gizleyemem. Canı çok yanmış olmalı. Kaburga kırığının iyileşme aşamasının normal kırıklar gibi olmadığını duymuştum.

Yüzüm düşünce Kaan sözüne devam etmeden elimi tutup "Merak etme babam çok güçlü ve acıya dayanıklı biridir. Ben de aynı onun gibi olacağım. Hatta şu an ayağım çok ağrıyor ama dayanmaya çalışıyorum. Babam dayanabildiyse ben de onun oğlu olarak dayanabilirim değil mi?" dedi.

"Tabii ki dayanırsın. Biz hepimiz senin çok güçlü olduğunu biliyoruz"

"Sahi mi?"

"Sahi tabii. Peki tayına bir isim koydun mu?"

"Aslında çok düşünmüştüm ama bulamamıştım"

"Şimdi buldun mu yani?"

"Evet sanırım buldum. Hem de çok güzel bir isim buldum"

"Hmm... Merak ettim. Adını ne koymayı düşünüyorsun?"

"Adını Rüya koyacağım"

"Hastanede karşılaştığımız bebeğin ismi"

"Evet onun ismi. Düşündüm de anlamı çok hoşuma gitti"

"Bence de çok güzel. Peki senin için özel bir anlamı mı var?"

"Bazen gerçek annemle babamı görüyorum"

"Nasıl?"

"Onları görmemi rüyalarım sağlıyor. Orada da mutluyuz. Annem ve babam var Selim babam dedem babaannem büyük dedem ve amcam var. Artık sen de varsın"

Kaan'ın söyledikleri kalbime dokununca yorum yapmaktan kaçınıp buruk gözlerimle saçlarını okşamaya başladım. Kaan da birkaç saniye durup sonra da "Yani rüyalarımda bütün sevdiklerim bir aradalar. Bu yüzden bu isim bana onları gördüğümde hissettiğim mutluluğu hatırlatıyor" dedi. Demek onun için "Rüya" demek "Mutluluk" demekmiş. Bu ismi seçmesini o kadar güzel anlattı ki inan bana çok duygulandım. Hassas ve ince fikirli bir çocuk... Umarım hayat onu bu yönü yüzünden fazla yormaz.

 

Ahmet Atahan (Hikayede bu karakter olmasa halimiz haraptı :D )

"Meral sana özel bir soru sorabilir miyim?"

"Cevap verirsem Selim'e gitmeme izin verecek misiniz?"

"Hayır"

"Bu hiç teşvik edici olmadı ama"

"Ben sorumu sorayım cevap verip vermemek sana kalsın"

"Pekala"

"Hasta olduğunu kimseye söylemek istemeyişin biraz da sevdiklerinin senin için üzüldüğünü görmek istememenden kaynaklanıyor değil mi? Onların bu hastalık karşısında senin kadar güçlü bir duruş sergileyemeyeceklerini biliyorsun çünkü. Bu da seni ruhen kötü etkileyecek. Belki de kendinden çok onları düşünmek seni yıpratıp zayıflatacak. Bu yüzden bilmelerini istemiyorsun. Yani onların bunu kaldıramamasından çok aslında sen onları perişan bir halde görmeye dayanamayacağını düşünüyorsun"

"Ahmet Bey yapmayın"

"Dedem haklı... Annemle her yönden birbirinize o kadar çok benziyorsunuz ki Meral"

"Ağlamamı istemiyorsanız lütfen devam etmeyin"

"Ama gerçek bu"

"Zülal Hanım... O da mı böyle düşünüyordu?"

"Annem çok güçlü bir kadındı. Aynı senin gibi bir zorlukla karşılaştığında korkup kaçmayı değil sonucunda ne olursa olsun savaşmayı tercih ederdi. Ama herkesin bir zayıf noktası olduğu gibi onun da vardı"

"Ailesi..."

"Evet biz. Ben bu yönden biraz daha anneme benzerim. Herhalde doktor olmamın da bir getirisi buydu ama babam ve Selim... Onlar bununla baş etmek konusunda pek başarılı olamayabilirlerdi. Baş edemediler de. Annem de böyle olacağını biliyordu. Bence dimdik durup mücadelesini son damlasına kadar vermeye çalışırken bir yandan da onlara her baktığında belli etmemeye çalışsalar da gözlerindeki çaresizliği okumayı istemiyordu. Onun hüzne değil umuda ihtiyacı vardı. Bu yüzden de hastalığıyla tek başına yüzleşti"

"Tek başına değilmiş ki siz varmışsınız. Aynı şimdi benim yanımda olduğunuz gibi"

"Ama bu yeterli gelmedi. Onu kurtarmaya yetmedi"

"Zülal Hanım'ın neyi vardı Ahmet Bey?"

"Kalp yetersizliğinin ileri evresindeydi. İlk başlarda ciddi bir sorun yaşayana kadar belirti görülmemiş. Belki de annem belirtileri önemsemeyip üstünde durmadı ya da bir doktora görünmeyi hep erteledi bilmiyorum. Ondaki değişimleri yavaş yavaş fark etmeye başlayınca ters giden bir şeyler olduğunu anladım ama bu kadar ciddi olabileceğini düşünmek istememiştim. Sonra annemi zar zor ikna edip o dönem aynı hastanede çalıştığım doktor arkadaşımı görmeye götürdüm. Doktor Ali Turalı'da benim gibidir. Hastaları söz konusu olduğunda gözü hiçbir şeyi görmez. Yenilikçi ve araştırmacı biridir. Ayrıca dış bağlantıları da oldukça kuvvetli bir doktor. Yani tam aradığım kişiydi. Ali'nin gerekli tetkikleri yapmasını bekledik. Durumu iyi bir seyirde değildi. Hemen tedaviye başlandı ama yanıtları pek olumlu olmadı. Bir süre sonra Ali son tedavide de istediği cevabı alamazsa nakili gündemimize almamız gerekebileceğini söyledi. Ama olmadı işte..."

"Bunları yaşadığınızı bilmiyordum. Çok üzüldüm"

"Meral bana bir söz vermeni istiyorum"

"Ne sözü?"

"İster şimdi ister ameliyat esnasında isterse de sonra ne zaman olursa olsun ne şartlar altında olursa olsun her şeyin sonuna geldiğini düşünsen bile ben bitti demeden pes etmeyeceksin"

"Neden siz demeden?"

"Çünkü ben asla bitti demeyeceğim. Söz mü?"

"Söz"


Haluk Atahan 

"Meral..."

"Buyurun Haluk Bey"

"Soyadın Tekin'di değil mi?"

Ooops! Ne oluyor Allah aşkına? Soyadım Tekin ama bu konuşma pek tekin değil sanki. Huzursuzluğumu gizlemeye çalışarak bedenen Haluk Bey'e döndükten sonra "Evet Haluk Bey soyadım Tekin" dediğimde beni bir hayli şaşırtarak "Rıfat Tekin ile ailesel bir yakınlığın var mı?" diye sordu. Nasıl yani? Babamı nereden tanıyor olabilir ki? Stop etmenin zamanı değil Meral kendine gel!

Ne diyeceğime karar vermeye çalışırken Haluk Bey'in yüzüne baka baka yalan söylemek istemediğimi fark ettim ve dürüst davranmak zorunda kalıp "Evet var" dedim. Tabii bunun ardından Haluk Bey hemen yakınlık derecemi sorar gibi bana bakmaya başladı. Bu öyle bir bakıştı ki kendimi yalan makinesine bağlanmışım gibi hissettim. Sanki boşluğuma gelip kel alaka bir şey söylesem bir anda "Dıııt!" diye bir ses duyulup rezil kepaze olacakmışım gibiydi.

Bu yüzden de tedirgin bir ses tonuyla gerçeği söyleyip "Rıfat Tekin benim babam Haluk Bey" demek durumunda kaldım. Belli etmemeye çalışıyor ama bu denli bir yakınlık onu şaşırtmış olmalı. Sonuçta o kadar varlıklı bir adamın kızı neden gelip de yanlarında asistanlık yapsın ki? Selim Bey de bu duyduğu ile bize doğru şaşkınca bakıp tekrardan önüne döndü. Başından beri kulağının bizde olduğunu fark etmiştim zaten.

"Şaşırtıcı! Demek bir mücevher devi olan Rıfat Tekin'in kızısın"

"Şey... Babamı nereden tanıdığınızı bilmiyorum ama umarım şirketinizde çalışıyor olmam sizin için bir sorun teşkil etmiyordur"

"Bilakis bu kadar değerli bir zanaatkârın kızının kendi ayaklarının üstünde durmak isteyip Atahanların bünyesinde yer alması beni ziyadesiyle memnun etti"

"Böyle düşünmenize sevindim. Teşekkür ederim"

"Sana özel bir soru sorabilir miyim Meral?"

"Tabii ki buyurun"

"Kendi alanına adını altın harflerle yazdırmış bir adamın kızı olarak neden babanın izinden gitmedin? Mücevherler ilgi alanına girmiyor mu yoksa?"

"Aslında ben de mücevher tasarımcısıyım Haluk Bey. Tüm eğitimlerim bu yönde"

"Fevkalade"

"Uzun yıllardır perde arkasında babamla beraber kreasyonlar hazırlıyordum ama artık kendi başıma neler yapabileceğimi de görmek istedim"

"Sanırım bunu da babanın ismini kullanmadan yapmak istemişsin. Rıfat Tekin'in kızı olup olmadığını ilk önce Selim'e sordum. Oğlumun bu konuda bir bilgisi yoktu"

"Bunu söylemeye gerek duymadım ama sormuş olsaydı gizlemezdim"

"Baban senin gibi bir kızı olduğu için gurur duyuyor olmalı"

Haluk Bey ile birbirimize bakarken kendimi ağlamamak için o kadar zor tuttum ki anlatamam. Umarım bu yüz ifademden de anlaşılmamıştır. Şu an sanki karşımda babam duruyormuş gibi hissediyorum. Benim babam sinirli biri değildir. Kızmaz bağırmaz ama bir bakar keşke bağırsaydı ya da dövseydi bu kadar içime oturmazdı dersiniz. Sanırım bu yüzden onunla vedalaşamadım. Gitmeden önce bana yine öyle baksaydı gidebilir miydim bilmiyorum. Şu anda da Haluk Bey'in yerine karşımda yine aynı o bakışıyla bana bakarak duruyor sanki. Onu ansızın yarı yolda bıraktığım ve de en önemlisi gidiyorum bile demediğim için hayal kırıklığıyla bana bakıyor gibi.

"Gurur mu duyuyor yoksa hayal kırıklığı mı yaşıyor bilmiyorum ama bir gün beni anlayacak"

Bunu söyler söylemez Haluk Bey sıcacık bir tebessümle koluma dokunup "Bir baba olarak benim sözüme önem verir misin?" diye sordu. Gülümsedim ve "Elbette" dedim. O sırada Selim Bey de bize doğru döndü ama konuya müdahil olmak yerine sessizce izlemeyi tercih etti. Cevabım üzerine Haluk Bey de gayet samimi olduğunu düşündüğüm duygularıyla söze başladı.

Önce "Her baba çocuklarına kusursuz bir gelecek bırakmak ister. Ömrünü de buna adar. Tüm çabası kendi yaşadığı zorlukları canından bile çok sevdiği çocuklarının yaşamamasıdır" dedi sonra da yanında duran Selim Bey'in omzunu tutup oğluna gururla bakarak "Ama bazen her şey istediği doğrultuda gitmez. Çocukları da aynı o zorlu yollardan geçmek zorunda kalır. Ve bazen bunu tek başlarına yapmak durumunda kalırlar. Burada bizi çok daha gururlandıran şey nedir biliyor musun?" diye sordu. Gözlerimin nemlenmesini engellemek ile uğraşırken kendimde konuşacak gücü bulamadığım için sadece başımı iki yana doğru sallamakla yetindim. Haluk Bey ise gülümseyip sözüne kaldığı yerden devam etti.

"Daha da önemlisi çocuklarımızın da o yollardan aynı başarıyla geçtiğini görüp sonunda da karşımıza gelerek "Ben de başardım baba... Aynı senin gibi düşe kalka yürüdüm ama sonunda başardım" demesidir"

Bana bunu yapmayacaktı çünkü ne kadar çabalasam da bu sefer gözlerimde beliren yaşı gizleyecek kadar ustaca bir manevrada bulunamadım. Sessizdim. Bir tepki veremiyordum ama gözlerim feryat figan bir şekilde içten içe ağlıyordu. O anlarda Selim Bey de bana doğru bakamadı ve başını diğer yana çevirerek boşluğa bakmaya başladı. 

Haluk Bey beni bir süre izledikten sonra ellerimi tutup dolu dolu olan gözlerimin içine bakarak "Sakın inandığın doğrular için çabalamaktan vazgeçme Meral. Başar ve babanın karşısına geçip onu onurlandır" deyince ona sadece sessizce "Teşekkür ederim" diyebildim.

Ben perişan bir halde kendimi toparlamaya çalışırken Haluk Bey geri çekilerek arabada oturan Kaan'a baktı ve "Hadi küçük Atahan'ımızı evine götürün de dinlensin" dedi. Gözyaşlarımı akmamaları için kontrol altında tutmaya çalıştığım bir anda Selim Bey ile göz göze geldik. Üzgün olmamın onu da üzdüğü belliydi ve beni bu ruh halinden çıkarabilmek için olsa gerek hafifçe tebessüm etti.

O anla birlikte içimde büyümeye başlayan alevin üzerine su serpilmiş gibi hissettim. Bu hoş tebessüm bana sanki "Üzülme ben yanındayım" der gibi gelmişti. Tuhaf olan şey onca toparlanma çabamın nafile gelip onun tek bir gülüşünün üzerimde hemen etkisini göstermesiydi. Bunu da hissettiğim onca yoğun duyguya rağmen ona aynı şekilde karşılık vererek gülümsememle anladım. Bu bana kendimi iyi hissettirmeyi başardığı anlardan biriydi.


Dede Selim Atahan (Başrol Selim'in aynı adı taşıyan 85 yaşındaki dedesi) 

"İşte tanışman gereken en önemli Atahan! Aslında yanlış hatırlamıyorsam kendisini gıyaben tanıyor olmalısın" 

Dudaklarımı birbirine bastırdıktan sonra Selim Bey'e dönüp hiçbir şey diyemeden ona yüz ifademle ne kadar utandığımı belli etmeye çalıştım. O da ifadesini çok da bozmadan bana hafif bir tebessümde bulunarak "Hadi gel de seni dedem olan Selim Atahan ile tanıştırayım" dedi.

Ah! Daha önce kendisinden yetmişli yaşlarını devirmiş biraz göbekli çatık kaşları eşliğinde sert bakışları olan sinirli bir ihtiyar olarak bahsettiğim dede Selim Atahan işte tam da karşımda duruyordu. Gerçi benim söylediğim gibi yetmişli değil de seksenli yaşlarını devirmiş bir bey olduğu aşikârdı. Sanırım yaş konusunda gösterdiğim cömertlik benim için hafifletici bir neden sayılabilir.

Ben bunları düşünürken Ahmet Bey de dedesinin oksijen almasını kolaylaştıran burun kanülünü kontrol edip bir yandan da her şey yolunda mı diye bakıyordu. Ağır adımlarla yürüyerek tekerlekli sandalyesinde oturan en önemli Atahan'ın yanına yaklaştık. Kendisi de gelişimizi fark edip yorgun gözlerini hemen bize daha doğrusu torunu olan Selim Bey'e doğru döndürdü. Döner dönmez de sinirli bir ihtiyar olduğunu tescil edip zar zor konuşarak "İşte bu yüzden ağabeyinin doktor olmasını hiç istemedim. Yaşlandığımda başıma neler geleceğini taa o zamanlardan anlamıştım. Geldiğinden beri bir an olsun düşmedi yakamdan! Söyle rahat bıraksın beni çekiştirip durmasın kablolarımı! İnan olsun ant verdim hepsini sıpıtıp atarım o da kurtulur ben de!" deyiverdi. Oouuv!

Benim şaşkınlaşan gözlerim "Sen atarsan ben de yenisini getirir onu takarım" diyen Ahmet Bey'e kayarken bir anda sinirlenen dede bey büyük torununa restini çekip "Getir ulan! Onu da atmazsam bana da Selim demesinler!" deyiverdi. Aman Allah'ım şu an Atahan erkeklerinin en asabi en sözünü sakınmayan ve tabir-i caizse en "nazik" olmayan üyesiyle karşı karşıyayım. Bu bir milat olmalı. Ama ben dede Selim Atahan'ı da çok sevdim. Neden bilmiyorum ama bu kadar olumsuz özelliğe rağmen içim kendisine çok ısındı. Belki de tüm bu çıkışların ardında aslında her nazına katlanan torunlarına büyük bir sevgi beslediğini hissettiğim içindir bilmiyorum.

Selim Bey hiç beklemediğim bir anda belime minik bir dokunuş yaparak tanışma vaktinin geldiğini belli edip hemen arkasından da dedesine dönerek "Dede bu akşam bir misafirimiz var. Seni onunla tanıştırmak istiyorum" dedi. Tanışma münasebetiyle Ahmet Bey kurtuldu ama bakalım bizim başımıza neler neler gelecek.

Dede bey bu sefer de tam "Yine mi o mürebbiye edasıyla dolanan suratsız kız geldi? Az önce de gördüm ben onu buralarda bir yerlerdedir. Hem biz onunla bir kere tanıştık. Ee... Yeter!" derken beni fark edip gözlerini kısarak dikkatle bakmaya başladı. Bu bakış yüzünden korkmadım diyemem. Şimdi hızını alamayıp "Bu kız da nereden çıktı? Gönderin gitsin!" deyip bana da bağırmasın sakın.

Birkaç saniyelik bakışın ardından dede bey iki elini de sanki tutmamı istermiş gibi bana doğru uzatınca "Ne yapayım?" der gibi yan gözle Selim Bey'e baktım. Onaylar gibi baktığını görünce de bir iki adım yaklaştım ve ellerimi dede Selim Bey'in avuçlarına bıraktım. O da ellerimi zarifçe tutup yüzümü yakından görmek istermiş gibi beni kendisine doğru yaklaştırdı ama asıl şok sonra oldu çünkü bana bakarken bir anda hüzünle karışık bir mutlulukla "Zülal'im... Kızım sen misin?" deyiverdi. Ooops! İstemeden dede beyin frekanslarını karıştırdım sanırım.

Beni Zülal Hanım sanması bir anda salonda derin bir sessizlik yarattı. Bir şey diyemeden gözlerimi yanımda duran Selim Bey'e çevirip bana bu konuda destek olmasını ima eder gibi bir bakış attım. O da sağ olsun hemen söze girip "Hayır dede değil. Annemi yıllar önce kaybettik unuttun mu? Meral benim yeni asistanım onunla tanışmanı istedim" dedi. İyi ki bu toparlama kısmı bana kalmadı yoksa dede bey üzülmesin diye bütün gece beni Zülal Hanım sanmasına zemin hazırlayabilirdim. Sen de biliyorsun ki bu tarz düzeltme konularında berbat bir performansa sahibim.

Dede Bey elimi bırakmadan yüzüme sevgiyle bakıp "Demek asistanın..." dedikten sonra elimin üzerine minik dokunuşlar yaparak sözünü de "Kusura bakma güzel kızım bir an seni gelinim sandım. Yaşlılık işte! Ara sıra aklım bana böyle oyunlar oynayabiliyor" diye tamamladı. Bunları söylerken mahcubiyeti sesinden olduğu kadar yüzünden de okunuyordu. Tebessüm ederek "Rica ederim hiç önemli değil. Sizinle tanışmaktan mutluluk duydum" dediğimde Selim Bey hiç ummadığım bir şey söyleyerek dedesine "Dede biliyor musun Meral isim benzerliğimiz yüzünden işe ilk başladığında senin asistanın olacağını düşünmüş" deyiverdi.

İçimden "Yapmayın Selim Bey!" derken dede bey bu duyduğundan hoşlanmış gibi bir tavırla "Öyle mi? Karşısında benim gibi janti bir bey beklerken seni görünce hayal kırıklığına mı uğradı yoksa? Kapıdan girer girmez zirzopluk edip bağırmadın inşallah kıza!" dediğinde söze ben girdim ve "Hayır kendisi bana karşı son derece nazikti. Söylediği gibi ben isim benzerliği sebebiyle sizin asistanlığınızı yapacağımı düşünmüştüm ama inanın Selim Bey ile çalışmayı da bir ayrıcalık olarak görüyorum. Hiç hayal kırıklığı da yaşamadım. Aksine iş konusundaki hakimiyetini hayranlıkla izliyorum" dedim.

Selim Bey söylediklerimle mutlu olurken dedesi de bana bakarak "Biliyorum öyledir. Haluk benden devraldığı koltuğunu Selim'e bırakırken bir an olsun gözümüz arkada kalmadı. Eminim işleri bizden bile iyi yürütüyordur. Güveniyorum ben ona. Hem sen bakma öyle söylediğime Selim'im sert gözükür sinirli gözükür karşısındakinin korkudan dizlerini titretir ama yufka gibi de bir yüreği vardır. Hiç bu Ahmet'e benzemiyor!" dedikten sonra bir anda omzunun ucundan arkaya doğru bakarak "Sen hâlâ mı çekiştiriyorsun kablolarımı? Bir huzur ver ulan insana! Bak doktor demem alırım ayağımın altına!" deyiverdi. Asıl komik olan şey ne biliyor musun? Aslında Ahmet Bey ona dokunmuyordu bile ama belli ki dede bey büyük torununa sağlığı konusunda fazla titizlendiği için biraz takmıştı.


Hikayenin ilerleyen bölümlerinden bir sahne ekleyelim dedim. Ben hikaye yazarken rüyaların bize anlatmaya çalıştıklarını çiçek anlamlarını ya da değerli taşların anlamları ve hikayeleri gibi şeyleri çok kullanırım hatta okurlarım da bu yönümü sevdiklerini söylerler. Bu sahnede de benzer bir şey var. Bakalım hoşunuza gidecek mi ;)

"Konumuza geri dönecek olursak eğer bu esans numunelerini neden buraya dizmiş olabileceğinizi düşünüyorum ama takdir edersiniz ki bir sonuca varamıyorum" 

Sizli bizli konuşmalara geri dönmemizden hoşlanmadığı o kadar belli ki ama kıyamam yine de kararıma saygı duymaya çalışıyor. Şirket sınırları içerisindeyken durum bu yani yapacak bir şey yok. Sesini çıkarmadan kenarda duran büyük şişeyi ortamıza koyup masasından da bir kalem ve kağıt aldıktan sonra olay mahalline geri döndü. Meraklı gözlerle bakıyorum ama pek bir şey anladığım söylenemez. Selim de kutuda duran poşeti eline alıp açtıktan sonra bir sürü damlalık çıkarıp onları da hemen yanımıza koydu. 

"Ne yapacağını anladın mı Meral?"

"Emin değilim. Sanırım sizden duymaya ihtiyacım var"

"Bu büyük şişeye damlalıklar yardımıyla beğendiğin esanslardan belli oranlarda damlatacaksın ve isimleriyle birlikte kullandığın miktarları buraya not alacaksın"

"Beraber parfüm mü yapacağız yani?"

"Aslında daha çok sen yapacaksın"

"Niçin peki?"

Cevap vermeden gülümsedi ve "Hadi başla ama her esans için temiz damlalık kullan olur mu?" dedi. Bunu şimdilik bu konuda aramıza sır perdesi çekmek istiyor gibi algıladım. Minik bir öksürüğün ardından şişelere bir göz attım. Kafam hiiiç karışmadı dersem arkamdan "Yalancı Meral!" diye bağırabilirsin inan bana hiç kızmam.

Biraz aceleci davranıp hemen "Lavanta" olanını alarak açmaya yeltendim ama Selim'in araya girip "Sanki kendin kullanacakmışsın gibi sadece seveceğin kokuları seçmeni istiyorum. Önce kapağını aç ve şişeyi biraz uzak tutarak kokusunu hissetmeye çalış. Bunu yaparken gözlerini kapatabilirsin. Sloganımız gibi Hisset ve Hayal Et. Eğer içinde hoş duygular uyandırıyorsa layık gördüğün değerde şişenin içine bir miktar damlat ve bir diğerine geç" demesiyle açamadan ona bakıp kaldım. Haklıydı. Rastgele seçimler yapmak yerine hislerim doğrultusunda ilerleyip en doğru esansları bir araya getirmeliyim.

O kadar da çok seçenek var ki hangisini seçeceğimi bilemedim. Ee! Bir de çoğunun ismini ilk defa duyunca işler daha da zorlaştı tabii. Elime aldıklarımın bazılarını beğenmeyip bazılarını da kokularının ağır olabileceklerini düşünerek koklamadan geri bıraktım ama o sırada tanıdık bir isimle karşı karşıya geldim. Bu hiç bilmediğin bir şehirde akrabanı görmek gibi geldi desem gülersin herhalde.  Kesinlikle ondan başlamalıyım. Bu sefer de "Sarı Amber" yazılı şişeye uzanıp hemen ardından da merakıma yenik düşerek onu bırakıp tam yanındaki "Dark Amber" yazılı şişeye yöneldim.

Selim de pür dikkat beni izliyordu. Sanki bu seçimim onun yüzünü pek aydınlatmadı. Neden böyle yaptığını anlayabilmek için şişenin kapağını açıp az önce söylediği gibi kendimden biraz uzak tutarak kokladım. Ancak pek hoşuma gittiğini söyleyemem. Şişenin kapağını kapatıp elimdeki damlalığa düşünceli bir halde bakarken "Kendisi Amber ailesinin koku bakımından en iddialı üyesidir. Belki de bu yüzden sevmemiş olabilirsin" demesiyle bakışlarımı ona doğru döndürdüm. Sevmediğimi nasıl anladı ki? Halbuki herhangi bir mimik kullanmadan düşünüyordum. Beni sandığımdan da iyi tanıyor galiba.

"Bu çok zor bir işmiş. Ben hangisini seçeceğime bir türlü karar veremiyorum"

"Hislerine güvensen her şey daha kolay olacak ama sen bunu yapmıyorsun"

"Hissedemiyorum ki"

"Yanılıyorsun"

"Yanılıyor muyum?"

"Hissediyorsun ama hemen vazgeçip sonrasında da hata yapıyorsun"

Şaşırarak "Bunu ben mi yapıyorum?" dediğimde yanıma yaklaşıp gözlerimin içine bakarak "İzin verir misin?" diye sordu. Baktı bende tık yok seçim işine el atayım dedi herhalde. "Tabii lütfen" diyerek başımı olumlu anlamda salladığımda seri hareketlerle beş tane koku seçip önüme koydu. Bunlar da onun hissettikleri miydi? Ama hangi ara ne hissetti ki çatır çatır bu şişeleri önüme dizebildi? O geri çekilirken merakla tek tek şişeleri elime alıp isimlerine baktım.

"Ylang ylang - Beyaz frezya çiçeği - Su zambağı - Gül - Sarı Amber"

Hmm... Şu ylang ylang denen dışındaki diğer kokular epeyce aşina geldi. Selim'e doğru bakıp "Ne kadar hızlı seçtiniz" dediğimde beni şaşırtarak "Ben seçmedim Meral bu gördüğün kokuların beşini de sen kendin seçtin" dedi. Ben mi seçmişim? Peki bundan benim niye haberim yok?

Neden bahsettiğini anlayamadığım için asistanlık çizgimden kayıp az önce koyduğum şirket sınırları kuralını da bir güzel bozarak senli benli konuşmalara geri döndüm. "Aklımla mı oynamaya çalışıyorsun çünkü ben hiçbir şey seçmedim. Bunları önüme koyan da sensin" dedim ama yine bana karşı olan haklılığını ispat ederek "Kokulara yönelirken bu beş şişeye de tebessüm ederek yaklaştın ama sonra ne oldu bilmiyorum bir anda yönünü seni mutlu etmeyecek bambaşka seçeneklere döndürdün. Bu çok bariz yapılan bir hataydı" dedi. Bunca zaman sessiz kalması hâl ve hareketlerimi gözlemlediği içinmiş demek ki.

Dalgın bakışlarımı önüme dizdiği şişelere çevirirken "Belki de bu hatayı seçimim yanlış da olsa doğru da olsa yine de hissettiklerimin peşinden gittiğim için yapmışımdır" dedim. Bunu söylememle birlikte sessizlik oldu. Hâlâ kokular hakkında mı konuşuyoruz acaba? Ben şüpheye düştüm de. Az önce söylediklerimi düşünerek çenesini ovaladıktan sonra "Belki de mutlu olacağını hissettiğin anda korkup kaçmaya meyillisindir. Bazı insanlar bunu yapar" dedi. Bu söylediği şey sabahki halimi düşününce yine yüzüme bir tokat gibi çarptı sanki.

"Bir insan neden mutlu olmaktan korksun ki?"

"Sabah buraya gelirken bana çok güzel bir rüya gördüğünden bahsetmiştin hatırladın mı?"

"Tabii ki hatırladım"

"Orada mutlu muydun?"

"Hem de çok"

"Peki tam o rüyanın ortasında birinin çıkıp da seni uyandırmasını ister miydin?"

O an her şey güzel ilerlerken yere düşüşümü ve Kaan'ın geri sayışındaki haykırışlarımı düşündüm. Orada kalmak istiyordum. Selim'e ve evime geri dönmek istiyor Kaan'a da bana yardım etmesi için yalvarıyordum. İstemedim... O rüyadan uyanmayı hiç istemedim.

Bu yüzden de başımı iki yana sallayarak "Hayır" dediğimde elini saçlarımın arasında gezdirip "Şimdi sana diyorum ki bu gece uyuduğunda o gördüğün rüyadan çok daha güzel bir rüya göreceksin. Ya tüm gece o rüyanın içinde kaybolup sabah kalktığında da bu gördüklerinin gerçeğe dönüşmesini dileyecek kadar huzurla kaplanmış olacaksın ya da hiç beklemediğin hiç istemediğin orada kalmak için çırpındığın bir anda biri gelip seni uyandıracak ve bu sefer kalktığında yüzün pek de gülecek halde olmayacak" dedi. Doğal olarak bunu duyar duymaz kaşlarım çatıldı. Düşüncesi bile canımı sıkınca yüzüm asıldı tabii.

O sırada Selim de sözüne devam edip "Artık uyuduğunda neler olabileceğini biliyorsun ve üzgünüm ki bu konuda iyi ya da kötü iki seçeneğin var. Şimdi söyle bana... Buna rağmen gözlerini yine de yumacak mısın yoksa bütün geceyi uyumamak için çaba harcayarak mı geçireceksin?" diye sordu.

Bir cevap vermek yerine gözlerine kilitlenip öylece kalmayı seçtim. Eğer tam da dün gördüğüm rüyanın üstüne bunu sormamış olsaydı büyük ihtimalle bu soruyu çok yüzeysel algılayıp bambaşka bir yanıt verebilirdim ama orada hissettiklerimi düşünüyorum da... Tamam başta her şey kusursuzdan da öteydi ama sonrası bana sanki bu güzelliklere karşılık bu acıları da yaşayacaksın ve yaşatacaksın kaçışın yok der gibi gelmişti. Açık konuşmam gerekirse şu durumdayken bu çok da duymak isteyeceğim şeyler arasında değildi. Bırak gerçek hayatı rüya bile olsa Selim'in beni kaybettiği anda yaşadığı hüznü endişeyi ve onu bırakmamam için adımı haykırarak çırpınışlarını görmek istemiyorum galiba. Bunların üzerine az önce bana sorduğu soruyu üzgün bir ifadeyle düşünürken elini dizime koyup "Şimdi nedenini anladın mı peki?" diye sordu. Anladım... Anlamaz olur muyum?

"Sen söyle... Bakalım doğru mu anlamışım"

"Bazı insanlar mutlu olacaklarını hissettikleri anda kaçmayı tercih ederler çünkü o güzel rüyanın içindeyken hangi an uyandırılacaklarını bilememe korkusuyla yaşamak istemezler. Bu insanlar her şeyin bir gün terse dönebileceğine o kadar inanırlar ki sırf o kaybetme anını yaşamamak için hayatlarındaki tüm güzellikleri ıskalayıp..."

"Kendilerine de hayatı gerçek anlamda zehir ederler"

Sözünü bu şekilde tamamlamamın ardından yüzüme çok hoş bir ifadeyle bakıp "Halbuki ne gerek var öyle değil mi? Kaçtığında mutsuz olacağı kesinken bir insan neden sonucu yüzde elli elli olan seçeneğini kullanmaz ki? Kendi adıma konuşacak olursam eğer her iki türlü de kaybedeceğimi düşündüğüm noktada en azından bir süre mutlu hissedeceğimi bildiğim yoldan gitmeyi tercih ederdim. Çünkü o zaman gerçek bir seçim yapmış olurdum. Hem korkup geri çekilmektense denemeyi tercih ettim der kendi kendime de verecek ikna edici bir cevabım olurdu" dedi. Bunları anlatırken sakince oturup gözlerimi bir an olsun üzerinden çekmeden onu dinledim.

Öyle garip şeyler hissettim ki sözü biter bitmez gözlerimin dolmasını engellemeye çalışıp boynuna sarıldım. O da bana sarılıp omzuma bir öpücük kondurdu. Aslında şu an bu dediğini ben de yapıyorum. Burada kalarak üzülebileceğimi ve belki de çok üzeceğimi biliyorum ama yine de "bize" bu süreyi güzel anılarla doldurma şansı verip denememize de bir şans tanıyorum. Tamam biraz dış destek aldım ama yine de son kararı ben verdim öyle değil mi? Bu sefer kaçmadım... Yani henüz kaçmadım.

"Selim..."

"Efendim?"

"Bizim yüzde ellilik şansımız bile olmadığını ve sonunda seni mutlak bir hüznün beklediğini bilseydin ne yapardın?"

"Ne demek bu?"

"Sadece konu üzerinden yöneltilmiş sıradan bir soru"

"Bunu bilmem bir şeyi değiştirmezdi. Senden kopamazdım çünkü sana olan sevgim umudumu kesmeme engel olurdu. Sen ne yapardın?"

Ona daha da sıkı sarılıp "Hayatıma girmiş olman umudumun hâlâ var olduğuna inanmamı sağlardı" dediğimde sesimdeki bozukluk yüzünden "Meral..." diye adımı fısıldadı. Dudaklarımı birbirine bastırırken derin bir nefes alıp "Efendim?" dediğimde de "Neden ağlıyorsun?" diye sordu. Ne diyebilirdim ki? Ameliyat olmam lazım ama büyük olasılıkla öleceğim çünkü şansım yok denecek kadar az ama korkma çünkü ortalarda hâlâ bir umut varsa ona sarılabiliriz mi? Sol gözümden yavaşça süzülerek ceketine düşen gözyaşım eşliğinde ona "Seni bırakıp gitmek zorunda kalırım diye çok korkuyorum" demek yerine onu üzmemek için sadece ağlayışımın sebebi olarak "Mutluluktan..." diyebildim.


En vurucu sahnelerden biri daha

"İyi görünmüyorsunuz. Canınızı sıkan bir şey olmuş gibi"

Dudağını büküp pencereye doğru sanki hayal kırıklığına uğramış gibi bakarak iç çekti ve hemen ardından da "Bana bir söz vermiştin hatırladın mı?" diye sordu. Hangi sözden bahsettiğini düşünürken sorusunu benim yerime cevaplayıp "Sana ne olursa olsun hangi şartlar altında olursa olsun içinde bir yerlerde her şeyin sonuna geldiğini düşünsen bile ben bitti demeden pes etmeyeceksin söz mü demiştim" dedi. Neden bana bunları hatırlatıyor ki? 
 

Hatırladığımı söylediğimde "Ben hâlâ bitti demedim farkındasın değil mi?" diye sordu. Gözlerine bakamadım. Neden bilmiyorum ama bakamadım işte. Belki de teslim bayrağını çoktan çektiğimi anladığını düşünüp onu yarı yolda bırakmış olduğum için yüzüne bakacak halim kalmamıştı.

Başımı olumlu anlamda sallayıp "Evet farkındayım. Hiçbir zaman da demeyeceksiniz" dediğimde "Ben de korkuyorum Meral! Senin gibi ben de çok tedirginim ama ne yapıyorum biliyor musun? Bu korkuların bu tedirginliklerin beni kendilerine esir etmelerine izin vermiyorum. Elimi kolumu bağlamalarına beni olumsuz düşüncelerin içine çekmelerine müsaade etmiyorum çünkü hem kendime hem de sana olan inancım hepsinin üstesinden gelmeme yardım ediyor. Ama sen de bana yardım et olur mu? Sakın beni bu yolda tek başıma mücadele etmek zorunda bırakma. Yardımına ihtiyacım olduğunu sakın ama sakın unutma. Sen çok güçlü bir kadınsın. Bırak vazgeçmeyi bunu düşünmek bile yakışmaz sana" dedi. Kafamı karıştırıyor. Bana durup dururken neden bunları söyleme gereği duydu anlayamadım. Yoksa... Yoksa Selim'e yazdığım veda mektubumu mu gördü? Ama bu mümkün değil ki onu yırtıp attım ben.

Alnını gergince ovalayıp gitmek için ayağa kalkarken "Benden istediğin bir şey var mı Meral?" diye sordu. Tutulup kaldığımı gizleyemem. Bugün her zamankinden farklı gözüküyor. Ben onu böyle görmeye alışık değilim. Hiç değilim. Onun durgun halini izlerken buruk bir ses tonuyla "Var" dediğimde her ne istiyorsam bunu ona söylememin yeterli olacağını söyledi. Gözlerimin nemlenmek üzere olduğunu anladığımda yüzümü buruşturdum ama onu daha fazla bekletmemek için sesim titreyerek "Size sarılabilir miyim Ahmet Bey?" diye sordum. Bunu sordum çünkü o an buna ikimizin de çok ihtiyacı olduğunu hissettim.

Mana veremediğim bir şekilde gözleri kızardı. O da kendisini zor tutuyor. Bunun nedenini anlamaya çalışırken başını evet der gibi sallayıp tekrardan yatağımın kenarına oturdu ve serbest olan kolumu açtığımda eğilip bana sarıldı. Ah! Birbirimize sarıldığımız an Ahmet Bey'i bilmem ama ben bayağı bayağı ağlamaya başladım. Buna gerçekten de çok ihtiyacım varmış demek ki.

"Bunu daha önce söyleme fırsatım olmamıştı"

"Neyi?"

"Teşekkür ederim Ahmet Bey. Yaptığınız her şey için size çok teşekkür ederim. Siz benim karşıma çıkan en büyük mucizelerden biriydiniz. Hiç beklemediğim bir anda içine düştüğüm o kapkaranlık kuyudan beni çekip çıkardınız. İnanırsak her şeyin bizim istediğimiz gibi olacağına beni ikna ettiniz. Siz ne kadar istemesem de ne kadar inkar etsem de beni kaderimle baş başa bırakmadınız. Aksine siz o kadere ortak olmayı seçip belki de meslek hayatınız boyunca girip girebileceğiniz yükü en ağır ameliyatı gözü kapalı üstlendiniz. Hem de bedelinin ne olacağını bile bile. Ama şunu bilmenizi istiyorum Ahmet Bey. Bu ameliyatın sonucunun ne olacağını bilmiyorum ama inanın bana ben her halükarda size yanımda olduğunuz için minnettar olacağım. Orada elinizden gelenin en iyisini yapmak için son ana kadar çabalayacağınızı da bileceğim. Bu açıdan en ufak bir tereddüdüm bile yok. O gün geldiğinde kendimi gönül rahatlığıyla ellerinize bırakacağım çünkü eğer orada bir mucize olacaksa bu mucizeyi sizden başkasının başaramayacağını düşünüyorum. Size karşı olan inancım tam ama..."

"Ama ne?"

"Ama olur da olumsuz bir durumla karşılaşırsak sakın kendinizi kötü hissetmeyin olur mu? Sakın neden daha iyisini yapamadım diye düşünmeyin çünkü ben zaten ne gerekmişse onu yapmış olacağınıza kalben inanıyorum. Sonuç önemli değil Ahmet Bey... Ben size güveniyorum. Bu gerçeği de hiçbir şey değiştiremez"

Ahmet Bey tek kelime edemeden geri çekildiğinde yüz ifadesinden az çok neler söylemek istediğini anladım sanki. Ağlamamak için kendisini sıktığının farkındayım ama yine de konuşmama devam edip "Sizden bir isteğim daha var" dedim. Elimi avuçlarının arasına aldıktan sonra söylememi istediğinde gözlerine dikkatle bakıp sesim bir hayli titreyerek "İşler istediğimiz gibi ilerlemezse sakın Selim'i yalnız bırakmayın olur mu? Git dese de gitmeyin. Aksini söylemeye devam etse de ayrılmayın yanından. İkimizi de en iyi tanıyan sizsiniz. Neler yaşadığımızı ve birbirimize karşı neler hissettiğimizi biliyorsunuz. Selim'e onu nefes aldığım sürece çok sevdiğimi ve bir gün yine buluşacağımızı söyleyin" dedim.

Aramızda anlam veremediğim bir sessizlik oldu. Normalde bana böyle olumsuz şeyler söylememin yasak olduğunu hatırlatması gerekirken sessiz kalıp huzursuzca düşünmeye başladı. Bunu neden yaptığını anlamaya çalışarak "Siz de bu konuda bana söz veriyor musunuz?" dediğimde ise bakışlarını yavaşça benden uzaklaştırıp kapıya doğru çevirerek "Belki de bunları ona sen söylemelisindir" dedi. 

O an başımdan aşağıya dökülen kaynar sular eşliğinde söylediği şeyin manasını düşünüp yaşadığım şokla beraber de başımı iki yana sallayarak "Hayır! Hayır hayır bunu yapmadınız değil mi? Yapmadınız! Ahmet Bey yalvarırım yapmadım deyin" dedim ama bunu sorgulamak için artık çok geç olduğunu da bir anda kapımda beliren Selim'i karşımda görünce anladım. Tam karşımdaydı ve bana doğru bakıyordu.


Onu görür görmez tüm vücudumun kilitlendiğini hissettim. İçimdeki Meraller de o anla beraber farklı bölgelerdeki acil durum butonlarını kırarak içeride büyük bir kargaşaya neden oldular. Seslerini duyabiliyorum. Sağır edecek ölçüde öten ziller şu an kulaklarımda çınlamaya devam ediyor. Ne tuhaf... Selim'e bakıyorum ama hâlâ cesaretimi toplayıp orada olabileceği gerçeğiyle yüzleşemiyorum. Gözlerim gördüğü şeyin farkında ama aklım bir dizi oyunlar oynayarak gözlerime perde çekmeye çalışıp beni hayal gördüğüme inandırmaya çalışıyor.

Selim'in de bana bu konuda yardımcı olduğu söylenemez. O da benden pek farklı değil gibi. Ne o sesini çıkarabildi ne de ben bir şey söyleyebildim. Sanırım tek kilit altında olan ben değilim. Bizim ister istemez yarattığımız sessizliği bozmak da Ahmet Bey'e düştü ve yanımdan kalkarak "Ben rahatça konuşmanız için sizi yalnız bırakayım" dedi. Onun sesiyle birlikte benim de dilim çözüldü. Selim'e bakmayı sürdürürken Ahmet Bey'e "Neden yaptınız bunu?" diye sorduğumda "Bana da böyle olması doğru olacakmış gibi geldi. İçimdeki o ikna edici sese kulak verdiğim için beni suçlayamazsın öyle değil mi?" dedi. Aman Allah'ım! Eylül ile mi konuştu acaba? O yüzden mi bana böyle bir şey söyledi? Ama şu an önemli olan bu değildi tabii.

Ağzımı açıp tek kelime bile edemedim. Ahmet Bey de neden sustuğumu anladığı için üstelemeyip kapıya doğru gitti ve Selim'in yanından geçerken anlık olarak durup "Yormayın birbirinizi... Sarılın gitsin" dedikten sonra odadan çıkarak kapıyı kapattı. İçeride sadece Selim ve ben kaldık. Şu an kalp atışlarımın hızlanması eşliğinde gözlerimin hızla dolmaya başladığını hissediyorum. Bunca zamandır saklamaya çalıştığım sırrımı öğrenmesine mi yanayım yoksa onu ne kadar kırıp üzdüğüme mi yanayım bilemedim.

Bu sırada Selim de gözlerini gözlerimden ayırmadan yatağımın önüne doğru gelmeye başladı. Bana ne diyeceği hakkında en ufak bir fikrim bile yok ama ne derse desin ne kadar acı verici konuşursa konuşsun haklı olduğunu ve ona bir özür borçlu olduğumu biliyorum.

Bana doğru yaklaşıp tam önümde durduktan sonra üzgün bir halde önce yataktaki bu hasta halime sonra da elimin üzerinden uzanan yolu takip ederek bağlı olduğum seruma baktı. Sanırım bu sakinliği ve henüz hiçbir şey söyleyememesi durumu kendisine idrak ettirmeye çalışmasından kaynaklanıyor. O da aynı benim gibi gördüklerinin hayalden ibaret mi yoksa tamamen gerçek mi olduğunu anlamaya çalışıyor olmalı.

Bakışlarını yavaşça bana doğru çevirdiğinde yüz ifadesi aniden değişti ve gözleri dolarak "Seni kaybettim sandım" dedi. Bunu söylerken de gözündeki yaş hızla akıp yerle yeksan oldu. Selim'in bu hali içimi paramparça etmeye yetti çünkü onu daha önce ağlarken hiç görmemiştim. Onu tahminimden bile fazla üzmüş olmam beni mahvetti. Yattığım yerden doğrulup hıçkırıklara boğularak "Özür dilerim. Çok özür dilerim" dediğimde başını iki yana da olumsuzca sallayarak "Dileme! Sakın benden özür dileme Meral!" dedi.


Belli bir mesafede durup karşılıklı olarak gözyaşlarına boğulurken sözlerine "Seni bir daha hiç göremeyebilirdim. Lanet olsun! Bana Selim diyen o tatlı sesini duyamayabilir bana güzel bir dünyada yaşadığımı hissettiren yüzünü de bir daha hiç göremeyebilirdim!" diye devam edince araya "Selim ne olur..." diyerek girmek istedim ama bunu yapmama izin vermeyip sert bir ses tonuyla "Bana borçlusun Meral!" dedi. O kadar kötü hissettim ki devam etmemesi için "Selim lütfen" diyerek onu durdurmaya çalıştım ama o beni duymuyormuş gibi sesimi bir anda bastırarak "Evet bana borçlusun! O ameliyat masasından sağ salim kalkıp bana bu birkaç gündür yaşamak zorunda kaldığım her şeyi unutturmaya mecbursun!" diye bağırdı. Hiçbir şey diyemedim. Ağlamaktan başka bir şey yapamıyorum. Ona verebileceğim hiçbir haklı cevabım yokken karşısında durmaya bile yüzüm yok desem yeridir.

İçindekileri söyledikten sonra bana sert davrandığı için kötü hissetmiş gibi yüzünü buruşturdu ve arkasını dönüp gergin bir tavırla ellerini saçlarının arasından geçirerek ensesinde birleştirdi. Onu izlerken birkaç saniyelik sessizliğin odadaki gerginliği biraz olsun düşürdüğünü hissedip sesim titreye titreye "Böyle bir şeyi nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Sonunda ne olacağı belli olmayan bu zor süreci gel benimle birlikte yaşa da diyemedim. Ellerinden kayıp gittiğim ana birebir şahit olmanı da hiç istemedim. Korkuyorum Selim... Gel elimi tut da diyemedim. Tüm bunları yapamadığım için senden çok özür dilerim. Affetmen için daha ne kadar istersen özür dilemeye de hazırım ama yalvarırım bana daha fazla kızma. Sadece anlamaya çalış ne olur" dediğimde bana doğru döndü.

Sanırım onu kontrol altına almaya çalışan kilitleri az önce açıldı çünkü bana doğru dönen Selim'in bakışları bu defa çok daha farklıydı. Daha tanıdıktı. Göz göze geldiğimiz sırada bana ne söyleyeceğini merakla beklemeye başladım. Yeniden bağırabilirdi ya da beklemediğim bambaşka tepkiler verebilirdi ama o herhangi bir şey söylemeden adım adım yaklaşıp yanıma doğru gelmeyi tercih etti.

Ona bakarken elimi tedirgince uzatıp parmaklarının ucunu tuttuğumda önce bir tepki vermedi ama sonra parmaklarını oynatarak yavaşça elimi kavramaya başladı. Bu da içime su serpmeme biraz olsun yardımcı oldu. Ellerimiz bir daha ayrılmak istemiyormuşçasına özlemle birbirine kavuşurken yanıma oturdu.

Kızaran gözleriyle kısa bir an beni izledikten sonra uzanarak önce kokladığı saçlarımı sonra yanağımı öperek bana sıkıca sarıldı. Bunu yapar yapmaz ben de kolumu boynuna doladım ve ona sıkıca tutunarak kendime doğru çekip sarıldım. Beni kaybettiğini düşündüğü için ne kadar çok korktuğunu bana sarıldığı an daha iyi anladım. Hâlâ karşısında olduğuma ve bana dokunabildiğine inanamıyormuş gibiydi. Aslında ne yalan söyleyeyim şu an ben de ona sarılabildiğime inanamıyorum. Onu bir daha hiç göremeyeceğimi sanmıştım. Hatta bundan adım kadar emindim ama hayat bu... Demek ki kaderimizde bu anları birlikte yaşamak varmış.

Meral'in ameliyat olduğu bölümün sonunda kalbi durmuştu (Klasik okuyucu korkutma hamlesi işte 😂) Sonra okuyanlara ne düşüneceklerini şaşırtan bir bölüm yazdım bu da o bölümün son sahnesi.

Nihayet Atahanların gösterişli malikanesinin önüne geldik. Evin ışıkları da geceyi ışıl ışıl aydınlatıyordu. Selim kapılarımızı açmak için bize doğru yaklaşan çalışanları yine eliyle durdurup arabadan indi. Ben de arka koltuktan özenle hazırladığım tartımı alarak kapımı açmasıyla birlikte elini tutup dışarıya çıktım.

Kapıya doğru el ele yürürken nedense buraya ilk kez geldiğimiz günü hatırladım. O gün yaşananlar sanki dün gibi. Selim beni ailesi için çok özel olan Zülal Atahan'ı anma gecesine davet ettiğinde nasıl da şaşırmıştım. Kulaklarımdan şüphe etmiştim beni yanıltıyor olabilir diye. Halbuki nereden bileyim beni ailesinin içine katmaya niyetlendiğini değil mi?

Kapının önüne geldiğimizde zile basıp açılmasını beklemeye başladık. Selim de bu süreyi tartımın paketini kurcalayıp onu gerçekten de benim yapıp yapmadığımdan emin olmaya çalışarak geçirdi. Yapabileceğime inanmıyormuş gibi davranarak beni kızdırmaktan zevk mi alıyor acaba? Hayır yani bu kadar mı ümitsiz vakaydım anlamadım ki!

En son onu inandırmak için yalan söylüyorsam şu kapıdan içeriye girmek nasip olmasın içerikli bir yemine başvuracakken Selim ne diyeceğimi anlamış olacak ki hemen "Sakın devamını getirme" diyerek parmağını susmam için dudağıma götürdü. Getiremedim zaten. Aramızda hüzünlü bir bakışma yaşanırken de kapı açıldı.

Hemen toparlanıp minik bir öksürüğün ardından belime nazik bir dokunuş yaparak bir nevi hanımlar önden deyip yolumdan çekildi. Ah! Bu an çok güzel bir andı çünkü içeriye girer girmez koşturarak yanımıza gelen Kaan bir kolunu bana bir kolunu da Selim'e dolayıp "Hoş geldiniz!" diyerek bize sarıldı. Kaan'ı o kadar çok özlemişim ki sanki onu yıllardan sonra ilk kez şu an görüyormuşum gibi hissediyorum.

Saçına bir öpücük kondurduktan sonra bana bakıp "Çok güzel görünüyorsun Meral anne" demesiyle birlikte eğildim ve Kaan'ı onu tekrardan görebilmemin verdiği sevinçle kucaklayıp "Teşekkür ederim bir tanem çok naziksin" diyerek sıkıca sarıldım. Kaan'da aynı şekilde bana sarıldı. 

O sırada salon kapısına yaslanan Ahmet ağabey de bize doğru bakarak "Güzel bir kare" dedi. Kaan ses ile beraber babasının yanına geçerken ayağa kalkıp Ahmet ağabeye doğru yürüyerek "Bu karenin mimarı sensin biliyorsun değil mi?" dedikten sonra minnet hisleriyle boynuna sıkıca sarılıp "Teşekkür ederim. Şu an burada sizlerle olmamı sağladığın için çok teşekkür ederim" dedim. Benim için duygusal bir andı. Ona ne kadar teşekkür etsem gerçekten az kalır. Bu adam resmen bana hayatımı geri verdi. Beni Selim'e kavuşturdu dahası var mı? Acaba bizim için ne kadar önemli biri olduğunun farkında mı?

Tam gözlerim doluyordu ki dede beyin "Nerede bu Ahmet! Hani gelip beni alacaktı buradan yine mutfağa gitti yemekleri tırtıklıyor değil mi bu zibidi?" diyerek seslenmesi o hüzünlü havanın dağılmasına neden oldu. Dedeyi ve tatlı azarlarını da özlemişim. 

Selim ile Ahmet ağabey birlikte yukarıya dedelerini almaya giderken ben de Selim'in elinden aldığım tartı mutfağa götürmeye gittim. Bu evin... Pardon malikanenin mutfağıyla daha önceden bir tanışıklığımız olmadığı için de kendisine ulaşmakta küçük bir sorun yaşadım. Burası kaç odalı Allah aşkına? Ev adeta labirent gibi.

Koridorda etrafa bakınarak yürüyüp ileride açık olan kapıya doğru mutfağı bulduğumu zannedip kaptırmış giderken tam elimdeki poşeti düzeltiyordum ki o kapıdan hızla çıkan bir şeyin ki o şeyin ne olduğunu da pek anlayamadım. O şey artık her neyse onun büyük bir hızla odadan çıkıp koridorun sağından gittiğini gördüm. Doğru görüp göremediğimi anlamaya çalışırken ayaklarım istemsizce beni o yöne doğru götürdü. İçeriden de farklı farklı sesler geliyor. Herkes orada toplandı da bir benim mi haberim yoktu anlamadım.

Merakla koşar adım koridoru döndüğümde aşağı kata inmemizi sağlayan merdivenin ucuna gelip "Dikkat et!" diyen bir sesle birlikte aşağıya yuvarlanmama ramak kala durmayı başardım. O kadar korktum ki anlatamam. Yüreğim ağzıma geldi. Resmen yaşadığım korkuyla donup kaldım. İşin garibi en alt katta olduğumuzu düşündüğüm için orada bir merdiven olduğundan da bihaberdim.

Az önce büyük bir kaza atlattığımı algılayınca diğer elimle de korkuyla çarpan kalbimi tuttum. Sesim bile çıkmadı öylece kaldım. Nihayet kendime gelip bir adım geri çekildiğimde önüme gelen küçük tombiş yanaklı bir kız çocuğu gözlerime beni tedirgin edecek ölçüde dik dik bakarak "Merdivenlere dikkat etmelisin yoksa kardeşimi bir daha göremem" dedi. Kardeşi mi? Bunu neden söylediğini anlayamadım doğrusu. Benim düşmemle onun kardeşinin ne ilgisi var ki? Dili sürçtü herhalde.


Şaşkın bir halde "Senin kardeşin kim?" diye sorduğumda merdivenlerin başına oturarak o minicik ellerini ağzına götürdü ve kıs kıs gülmeye başladı. Nasıl da tatlı bir şey bilemezsin. Yanına geçip oturduktan sonra saçlarını düzeltip "Annenle baban burada mı?" diye sordum. Başını sallayıp işaret parmağıyla da yeri göstererek bir nevi evet burada dedi. O tombiş yanakları gibi ellerini de bir güzel yemek lazım ya neyse.

Bu tatlı kız çalışanlardan birinin kızı olmalı. Belki de tanışmam gereken bir aile üyesinin kızıdır. Sonuçta burada bir aile yemeğine davetliyiz. Tüm aile burada olmalı. Birazdan anlarız herhalde. Bana yan gözle bakıp elleriyle de ağzını kapatarak şirin şirin gülünce "Benimle konuşmayacak mısın?" diye sordum. Başını yana yatırıp bilmem der gibi de dudağını büktü. Biz bu küçük hanımla nasıl anlaşacağız gerçekten bilmiyorum. Keşke Selim de burada olsaydı eminim ki o dilinden çok daha rahat anlardı.

Elimdeki tartı gösterip kaybolduğumu belli edecek şekilde bakarak "Rica etsem bana mutfağı bulmam da yardımcı olur musun?" dediğimde ayağa kalkıp bana elini uzattı. O küçücük elini tutup beni yönlendirdiği şekilde yürümeye başladım. Gözüm de üzerindeydi. Bir düz yürüyor bir sek sek oynar gibi beni çekiştirerek koridorda hoplayıp zıplıyor o da olmadı elimi kontrol ederek onu olduğu yerde döndürmemi sağlıyordu. Çocuk işte...

Büyükçe bir kapının önünde durduğumuzda sesini komik komik kaydırarak "İşte mutttfak burrası!" dedi. O kadar eğlenceli bir tonlamaydı ki gülümsememi engelleyemedim. Eğilip küçük kızın saçlarını okşarken "Yardımın için teşekkür ederim. Hem bana mutfağın yerini gösterdin hem de merdivenlerden düşmememi sağlayarak hayatımı kurtardın" dediğimde yanağıma kocaman bir öpücük kondurup "Aynı amcam gibi" dedi ve beni orada bırakıp koşturarak mutfağa girdi. Amcam mı dedi? Amcası gibi hayatımı kurtarmak...

Afallayarak başımı iki yana da hızlı hızlı salladıktan sonra içeriden gelen "Babaanne annemler geldi" sesiyle birlikte ayağa kalkıp kapının önünden içeriye baktım. O anla birlikte başımdan aşağıya doğru hâlâ fokurdamaya devam ettiğini hissettiğim kaynar sular da boşalmaya başladı tabii. Tahmin edeceğin üzere şu an mutfakta gördüğüm kadın yani bu küçük kızın babaanne diye hitap ettiği ve bizlere birbirinden güzel yemekler hazırlamak için çırpınarak dolaşan kadın Zülal Atahan'dan başkası değildi. Yani Selim'in yıllar önce ölen annesi...


"Meral anne iyi misin?"

Kaan'ın sesini duysam da ona karşı bir cevap veremedim. Şu an tahmin edemeyeceğin kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Bugün olanların hiçbiri gerçek değilmiş. Tüm bunların bir rüya olmadığını biliyorum ama gerçekte değiller. Bir dakika bir dakika! Bu bir rüya olmadığına ve Selim'in annesini görebildiğime göre... Aman Allah'ım ben... Ben ölüyorum!

Kalbim deli gibi çarpıp gözlerim hızla dolarken yaşadığım şokla birlikte tuttuğum paket elimden kayarak yere düştü ve özenle hazırladığım tart binbir parçaya bölündü. Bunu tüm gün boyunca değil de şu an anlayabiliyor olmam ameliyatın aleyhime sonuçlandığını mı gösteriyor yani? Benim sonum bu şekilde mi olacak?

Tabağın kırılmasının ardından başım fena halde dönmeye başladı ve kendimi saniyeler içinde yerde buldum. Sonrası yok ama karanlık bir uçurumdan düştüğümü ve ardından da yere sert bir şekilde çakıldığımı hissettiğim anda gözlerimi açtım. Hâlâ yerdeydim. Zülal Hanım ve Kaan da başımdaydı. Selim'in ve Ahmet ağabeyin de kapının önünde yan yana durduğunu görebiliyorum ama neden hiçbir şey yapmıyorlar ya da yanıma gelmiyorlar anlayamıyorum. Artık yapabilecekleri bir şey olmadığı için mi oldukları yerde hareketsizce duruyorlar yoksa?

Kaan elimi sıkıca tutup gördüğüm kabuslardaki gibi "Sakın korkma Meral anne sana elini hiç bırakmayacağımı söylemiştim" demeye başlayınca her şeyin bittiğini anlayıp hıçkırarak ağlamaya başladım. Bana birazdan uyanmadığımı aslında öldüğümü söyleyecek. Her zaman yaptığı gibi ve bence bu sefer bu kötü son gerçekleşecek. Yani ben uyanamayacağım. Büyük ihtimalle şu sıralarda ameliyat masasında son nefesimi veriyorum.

Ahmet ağabey ben pes etmedim dayanabildiğim kadar da dayanacağım yalvarırım sen de bir şeyler yap geri döndür beni lütfen!

Zülal Hanım başımı kucağına alıp "Kendini yorma kızım. Şimdi biraz sakin ol tamam mı?" diyerek saçlarımı okşarken gözlerine çaresizce bakıp "Ölüyorum değil mi?" diye sordum. Selim ve Ahmet ağabey bana doğru yaklaşırken sanki bunu yaptıklarını görmüş gibi oğullarını elini kaldırarak durdurup gülümseyerek de boynundaki zümrüt taşlı kolyeyi çıkardı. O an Ahmet ağabeyin ameliyattan önce bana anlattığı rüyasını anımsadım. Orada da böyle oluyordu değil mi?


Gözyaşları içinde ne yaptığına bakarken kolyeyi bana doğru tutarak "Bu taşın birçok kültürde hatırı sayılır bir yere sahip olduğunu ve ne amaçlarla kullanıldığını biliyorsun değil mi?" diye sordu. Şifa bulmayı sağlıyor biliyorum! Bu taşla alakalı her şeyi biliyorum ama bunları bilmem şu an hiçbir şeyi değiştirmeyecek. 

Bildiğimi belli edercesine başımı salladığım an zümrüt kolyeyi boynuma takıp "Bence sana çok yakıştı" dedi. Hissettiğim tuhaf hisle birlikte nefesim kesildi ve ağlayarak "Ölüyorum ben" dediğimde bu sefer Kaan öncekilerin aksine başını iki yana birden sallayarak "Hayır ölmüyorsun. Sen uyanıyorsun Meral anne" dedi. Onu duyar duymaz ağlamayı kestim.

Söylediği şeyi algılamaya çalışırken Zülal Hanım'ın mutlu bir halde "Zümrüt gözlü oğluma iyi bak" demesi eşliğinde Kaan'da bana gülümseyerek "Şimdi sakin ol ve üçten geriye doğru say. İnan bana her şey çok daha iyi olacak" dedi. Başaramasam da yutkunmaya çalışıp "Üç" dedikten sonra korku içinde Selim'e bakıp ağlayarak "İki... Bir" dediğimde gözlerimi kapattım ve derin bir sessizlikle beraber "Sıfır" dedim.

O anla birlikte herkes kayboldu. Ne ses var ne bir ışık ne de başka bir şey. Ne oldu bana? Öldüm mü yoksa? Uzun upuzun süren bir sessizliğin ardından kulağıma anlam veremediğim bazı sesler gelmeye başladı. Üşüyorum... Çok fazla üşüyorum. Gözlerimi açamıyorum ama bir şeyler hissedebiliyorum. Şu an yeniden ameliyat masasındayım galiba. Bu sesler de beni hayata geri döndürmeye çalışan insanların sesi olmalı. O karmaşanın içinde yeniden o tanıdık ses çalınıyor kulağıma. Ahmet ağabeyin sesi o...

"Aferin Meral... Aferin! Harikaydınız ekip! Şimdi hastayı kapatıyoruz ve müziğin sesini açıyoruz! Koray kardeşime karısının başardığı müjdesini verecek talihliyi belirleyip hemen dışarıya gönder"


Onu duydun mu arkadaşım?

Bana aylardır büyük bir umutla beklediğim mucizenin gerçekleştiğini haber veriyor değil mi?

Evet evet yanlış duymadım aynen bunu yapıyor. Aman Allah'ım başardı! O beni kurtardı.

Bana zarar vermeden beynimdeki hayati risk taşıyan hain tümörümü oradan çekip alarak hayatımı kurtardı.

Başardık... Hep beraber başardık!

Selim dede ve ana karakter olan Meral arasında geçen bir diğer sahne. Selim dede bu hikayemde okurlar tarafından çokça sevilen bir karakterdi. Ben de onu yazarken özellikle bu sahnesini yazarken çok eğlendim.

 "İşte bu ikisi küçükken aynen de anlattığım gibiydi kızım. İsmi lazım değil Ahmet Efendi tam bir haylaz maymun diğer ismi lazım değil Selim Efendi'de inatçı keçinin tekiydi. Hele bir de birbirlerine girdiler miydi ortalık savaş alanına dönerdi. Seninki küçücük boyuna bakmadan Ahmet'e bir diklenirdi ağabeyi ağzını açıp cevap veremez daha da çok köpürürdü. Çok zekiydi kerata! Ahmet olduğu yerde kendini paralar Selim de bacak kadar haliyle karşısında sakin sakin durarak öyle oturaklı laflar eder öyle yaşından büyük cevaplar verirdi ki kırk yıl düşünsen ne karşılık vereceğini bilemezdin. Ahmet'te az değildi ama! O kerata da nerede hareket orada bereket diyenlerdendi. Canı sıkıldı mıydı ortalığı bir karıştırırdı herkesi zıvanadan çıkarır kendisi de toz olup kaybolurdu sonra da ara ki bulasın. Eylül kızım gelsin aynılarını ona da anlatacağım. Yarın öbür gün çolukları çocukları olur yatsın kalksın dua etsin bu haytaya benzemesinler diye yoksa yandı gülüm keten helva nerelere vursam kafamı acaba der durur!"

"Demeyin öyle Ahmet ağabeyime"

"Diyeceğim efendim! Canı sağ olsun ama cümleten imanımızı gevretti. Ama annelerinin bir bakışı yeterdi durulmalarına. Zülal'im tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarır misali çok iyi başa çıkardı çocuklarıyla"

Behiye Hanım'ın eski tarif defterinde yer alan tarçınlı çöreği yapıp şekillendirirken bir kulağımda Selim dedeye kilitlenmişti. Anlattıkları o kadar hoşuma gitti ki hiç durmadan anlatmaya devam etsin istedim. O da anlattı sağ olsun. Konuşmalarından çıkardığım izlenim sebebiyle "Zülal Hanım'ı ne kadar da çok seviyorsunuz. Ne zaman bahsi geçse onu hep güzel sözlerle anıyorsunuz. Bu çok güzel bir şey" dediğimde dede bey buruk bir tebessümle düşüncelere dalıp bir yandan da bunun nedenini anlatmaya başladı.

"Severim tabii! O da hayattayken beni çok severdi. Kendi öz babası gibi sevgi saygı gösterirdi bana. Behiye'm beni bırakıp gittiğinde ben de ölüyorum sandım. Sol yanım dur sen nereye dememe kalmadan onunla birlikte toprak olup gitti sanki. Bir ömrü birlikte geçirdiğim aldığım her nefesin müsebbibi olan karımın gidişini içim kabullenemedi bir türlü. Ama ne Haluk ne gelinim ne de çocuklar beni bir an bile olsun yalnız bırakmadılar. Uzun yıllar bu yaşlı huysuz halimle yanlarında kaldım. El bebek gül bebek baktılar bir gün olsun yüzlerini asmadılar bana. Çok sohbetler çok muhabbetler ederdik Zülal annenle birlikte. O zamanlar da yaşlılıktan ara sıra aklım karışıyordu elbet. Onunla her hatıramızı taze tutmak için eski albümlere bakar şimdi seninle de yaptığımız gibi geçmişi anardık. Gözlerim burnumun ucunu bile zor görüyor diye kitaplarımı o okurdu bana. Zihnimi diri tutmak için bulmacalar da çözerdik. O bana soruyu söyler ben cevabını verince de benim yerime yazardı. Sonra o da ansızın gitti. Bu defa oğlum Haluk'un sol yanı onu terk-i diyar eyledi. Çok acı vericiydi çok!"

Son sözlerini söylerken sesindeki hüzün içimi acıttı. Hazırladığım çöreği fırına atıp ellerimi alelacele yıkayarak dede beyin yanına gittiğimde tam da tahmin ettiğim gibi albümdeki fotoğraflara sabitlediği gözleri dolmak üzereydi. Kendisini toparlamasına fırsat vermek adına hiçbir şey söylemeden yanına oturup elini tutarak başımı da omzuna dayadım. Bu kadar büyük iki kaybın ardından ne desem sanki yeterli olmayacakmış gibi geldi.

Benim bunu yapmamla birlikte dede bey çenesi titreyerek bana bakıp "Sen de bizi bırakıp gideceksin diye çok korktum be kızım. Selim'im de benim gibi babası gibi yarım kalmasın bizim yaşadığımız o can parçalayıcı acıyı bir kez de evladımız yaşamasın kıralım artık şu kötü talih zincirini diye çok dualar ettim sana" dedikten sonra elimi tuttu ve sözlerine devam ederek "Şükürler olsun ki Allah'ın izni senin de azminle kırdık o zinciri. Bakma bu Ahmet'e de laf söz ediyorum ama bizim haylaz oğlan yaman doktor çıktı vesselam. Eline düşmeye gör hiç affetmiyor eşek sıpası! Hastaneden gelip geceler boyunca kapandı odasına ameliyat gününe hazırlandı. Önünde bilgisayar denilen o zamazingo elinde kalın kalın tıp kitapları dergileri makaleleri bildiği bilmediği ne var ne yoksa yaladı yuttu seni yaşatabilsin diye. Umudunu da hiç yitirmedi he! Ne zaman sorsam bilgiçlik taslayarak Meral yaşayacak sakın aksini düşünmeyin sadece bunu sağlamak için nasıl bir yol izlemem gerektiğini planlamam lazım deyip durdu. Ne inat herif be yaptı dediğini!" deyince ikimizde gözlerimiz dolu bir halde birbirimize gülümsedik.

"Ameliyata girmeden önce size bu anı yaşayacağımız konusunda bir söz vermiştim hatırlıyor musunuz? Siz bana Behiye Hanım'ın tarif defterini vereceğinizi ben de size o meşhur tarçınlı çöreğini yapacağımı ve o çöreğin mis gibi kokusunu saldığı evde eskiden olduğu gibi yine tüm aile toplanacağımızı söylemiştim. Hatta karşılıklı sohbetler edeceğimizi ve sizden Behiye Hanım ile nasıl tanışıp nasıl evlendiğinizi de öğreneceğimi söylemiştim. Siz de bana olur demiştiniz"

"Hatırladım tabii ki o kadar da bunamadık çok şükür!"

"Estağfurullah! Ben öyle düşünerek söylememiştim. Sizi kırdıysam eğer..."

"Hemen de telaşlanma canım biliyorum o manada söylemediğini de latife yapıyorum gelinime"

"Böyle söyleyince bana Ahmet ağabeyi hatırlattınız. O da aramızda benzer bir sohbet geçtiğinde aynı sizin gibi takılır durur bana"

"Ben Ahmet'i hatırlatmam o zibidi beni hatırlatır! Ben varken onun esamesi okunmaz bu evde"

Bunu söylerken bir yandan da albümün sayfasını değiştirdi ve Behiye Hanım ile olan fotoğraflarını görünce konuşmamızdan koparak gençlik hallerine bakıp kaldı. Bakışlarında büyük bir özlem saklıydı. Kim bilir aklından hangi anıları gelip geçiyordu.

"Behiye'm çok asil bir kadındı. Güzelliğinin zarafetinin yanı sıra aklıyla da etkilemişti beni. İlk görüşte gönlüm kaydı meftun oldum bu her güzelliği bünyesinde barındıran zat-ı şahane kadına!"

"İlk nasıl karşılaştınız?"

"O iş çok karışık be kızım"

"Nasıl karışık?"

"Bizim zamanımızda görücü usulü evlilikler çoktu ama ben sevmezdim öyle işleri. Benim önce gönlüm sevecek ancak kendimden de hislerimden de emin olduktan sonra bir genç kızın rüyalarına gireceğim derdim. Ama validem baktı yaş geçiyor bende de hâlâ bir icraat yok olaya el koydu tabii"

"Anneniz Behiye Hanım'dan bahsetti ve siz de karşı çıkmanıza rağmen görücü usulüyle mi evlendiniz yani?"

"Sen öyle san! Valide hanım nurlar içinde yatsın ama büyük kumpas kurdu bana. Askerden gelmişim sudan çıkmış balık gibiyim. Şimdiki şirketin temellerini daha yeni yeni atıyorum. Elim ekmek görmeye başlamış ama gece gündüz demeden arı gibi çalışıyorum. Gözüm de başka bir şey görmüyor. Bir akşam tutturdu illa eve erken gel diye. Kırmak ne haddime peki dedim mecburen. Eve bir gittim ki elime tutuşturdu bir takım elbise hadi giyin gidiyoruz dedi. Nereye diye soruyorum hiçbir şey sorma döndüğümüzde bana iyi ki gitmişiz deyip hayır dua edeceksin diyor. Hayda! Hiçbir şeyden olmasa da meraktan giydim takımı düştüm peşlerine"

"Eyvah!"

"Dur daha eyvahlık kısma gelmedik. Yolda giderken mevzuya çikolata ve çiçekte dahil olunca anladım başıma gelecek hadiseyi su koy verdim hemen ama tam söylene söylene geri dönüyorum ki validem bizimle gelmezsen sana analık hakkımı helal etmem demez mi? Bir adım bile atamadan istemeye istemeye gerisin geriye döndüm yanına. Kuyruğu kıstırıp döndüm de geldiğimiz eve bakıyorum eyvahlar olsun çekiyorum"

"Neden?"

"Evde iki tane kız olduğunu duymuştum kesinkes biliyorum. Biri benim o dönem Fevzi adında çok yakın bir ahbabımın sevdiği kız diğeri de onun kardeşi. Fevzi kıza bir türlü açılamıyor ama fena vurulmuş kız kabul etse ertesi gün evlenecek. Arkadaşız ya akıl vereyim diye bir de benden yardım bekliyor. Evi görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Dedim Selim ister misin validenin dediği kız Fevzi'nin Nevbahar'ı çıksın. İstemem tabii! Geri de dönemiyorum oracıkta ayaklarım kırılsın da giremeyeyim o eve diye dualar ettim içimden"

"Behiye Hanım küçük kız kardeşi mi çıktı yoksa?"

"Kızım sen de bir tutturamadın! Yok o da değil zaten o kız da çok küçükmüş evlilik yaşına daha çok var anlayacağın. Velhasılıkelam girdik eve hoş geldin beş gittin derken elinde kahve tepsisiyle içeriye yüzü beş karış halde Nevbahar girdi. Bir kaynar suda oracıkta döküldü başımdan aşağıya"

"Ayy! Bu hiç iyi olmamış gerçekten"

"Olmadı ya! Validemin de yaptığı işe bak memlekette kız kalmamış gibi gitmiş en yakın arkadaşımın sevdiği kızı bulmuş. Bir duyulsa nasıl bakarım adamın yüzüne he!"

"Sonra ne oldu?"

"Nevbahar'ı görür görmez orada işim olmadığını anladım. Valideye de sözümü tutmuş eve kadar gelip oturmuş oldum yani artık tüyebilirdim. Ama tam şirkette çok mühim bir işim olduğunu hatırladığımı söyleyerek ayaklanmıştım ki salona isminin anlamı gibi güzel zarif alımlı bir genç hanım girdi. Sadece salona mı? Gönül haneme de o anda girişini yapmıştı kalbimin yegane sahibi. Behiye'm gelmişti Behiye'm!"

"İlk görüşte aşık oldum demiştiniz. O an vuruldunuz o zaman"

"Hem de ne vurulmak! Delik deşik oldum bir afet-i devran tarafından. Tüm zarafetiyle içeriye gelip tek tek hoş geldiniz derken göz göze gelme şerefine de nail olabildim. Selim'in göz rengi annesinden geçmiş gibi görünür ama temelinde Behiye'm de var"

"O halde ikisine de müteşekkirim"

"İletmek isterdim ama şimdilik mümkün değil. İleride nalları dikince artık"

"Demeyin öyle çok üzülürüm"

"Tamam demem üzme sen o tatlı canını. Nerede kalmıştık?"

"Behiye Hanım ile göz göze gelmiştiniz"

"Biz bakışırken Nevbahar'ın annesi de Behiye'nin orada halihazırda bulunan bir aile dostlarının kızı olduğundan bahsediyordu. Öyle etkilendim ki gidemedim hiçbir yere yine kuyruğu sıkıştırıp Selim otur oturduğun yerde dedim kendi kendime. Valide doğal olarak soruyor ne oldu oğlum hani işin vardı diye. Ne diyeceğim? Görmüşüm ömrümün geri kalanında yanımda olmasını istediğim tek kadını anında tornistan yapıp yanlış hatırlamışım yokmuş öyle bir aciliyet dedim saf saf. O anda da kulağıma ne gelse beğenirsin?"

"Ne geldi? Kötü bir şey olmasın"

"Behiye'nin annesi kızının evlenme arifesinde olduğunu yakında da kısmet olursa söz kesileceğini söylemez mi? Başından kaynar sular dökülmesine doyama emi Selim dedim içimden. O an Behiye'yi isteyen zat-ı muhteremi bir yakalasam ümüğünü sıkacağım. Öyle böyle yıkılmadım yani. Kız seviyordur saygı duymaktan başka bir şey gelmez elden diye kendi kendimi avutmaya çalışıyordum ama bir de ne duyayım? Behiye'm de benim kafadanmış. Son derece usturuplu bir tavırla tanımadan sevmeden kimseyle evlenmeyi düşünmediğini söyleyince yıkıldığım yerden yeniden şahlandım. Validem de hazır evlilik mevzularına girilmiş sebebi ziyaretimizi açıkla kaş gözü yapıyor babama"

"Eyvah! Siz Behiye Hanım'ı beğendiniz babanız Nevbahar Hanım'ı mı istedi?"

"İsteyemedi ki uygun anını yakaladığım gibi kaynadım araya!"

"Ay çok heyecanlandım"

"Bir de beni gör! Heyecandan bir elim göğsümde kendi kendime kalp masajı yapıyorum sakın öleyim deme Selim ha gayret şimdi dönecek talihin diye!"

"Kıyamam! Ne zordur kim bilir"

"Zor tabii! Babam girdi konuya son hız anlatıyor tutabilene aşk olsun. Yok bizim oğlan da askerden geldi kendi işini kurdu eli ekmek tutuyor ne içkisi var ne kumarı evlenme çağına da geldi diye valideden almış gazı sayıyor adam müdahale etmezsem bir iki saniye içinde yakacak başımı. Can havliyle yanına sokulup Behiye baba Behiye diye fısıldamamla adam ne diyeceğini şaşırıp lafının sonunu biz oğlumuz Selim ile kızınız Behiye'yi uygun gördük siz de razı gelirseniz yuvalarını kursun gençler diye getirmesin mi? Ben oh çektim ama herkes Nevbahar'ı beklerken sözlenecek kızı istedik diye ne oluyor dercesine şaşkın şebelek birbirine bakmaya başladı. Bir tek Behiye'm tüm asaletiyle gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Sonradan söyledi babama sokulup ismini verdiğimi anlamış hoşuna da gitmiş. Her neyse! Bir bakış savurup tebessüm ettim ben razıyım bu işe haberim yok sanma dercesine. O da bakışlarını indirdi bir süre düşündükten sonra aynı şekilde tebessüm edip oturduğu yerden kalkarak içeriye geçti. Onayı aldım saydığımdan içten içe yırttık dedim! Bundan sonrası ben de her türlü yoluna paspas olurum bu güzelliğin o talip efendi de artık bakar başının çaresine"

"İyi ama Behiye Hanım tanımadan sevmeden evlenmeye sıcak bakmadığını söylemiş. Nasıl kabul etti ki?"

"Babamın kafası karışınca içerisi de karıştı. Döndüm valideye Behiye olmazsa başka kimseyi istemem bekar geldim bekar giderim siz aileden onayı almaya bakın ben şimdi gidip geliyorum sonra kalkarız dedim. O curcunada kalktım yerimden gittim içeriye. Behiye balkona çıkmış düşünüyor. Janti adamız en nihayetinde balkon soğuk olur diye portmantodan pardösümü aldım koydum o narin omuzlarına. Önce geri vermek istedi ama esiyor diye inat ettim sesini çıkaramadı. Bu bile olumlu bir işaretti. Aklı yatmasa alırdı o pardösüyü tüm zarafetiyle sokardı burnuma! Yapmadı ama. Yüzüme baktı uzun uzun...  Gözleri gözlerime değdiği anda dalıp gitmişim. O sırada zihnimde evlendik çoluğa çocuğa karıştık mutlu mesut yaşadık tamam dedim olduracağım ben bu işi pes etmek yok. Sonra ansızın söze girip çekti aldı beni o hayal aleminden. Heyecanla dinlerken beni tanımadığını ve kim olduğunu nasıl biri olduğunu bilmediği biriyle de evlenmeyi katiyetle düşünmediğini söyledi. Ama o sırada öyle bir bakıyor ki bizim gözler çoktan anlaştı ana kumandadan haber bekliyorlar. Hissettim tabii bir ilgisi olduğunu beni başından savmadı değer verdi varlığıma"

"Siz ne dediniz ona?"

"Ben size emin olmanız için istediğiniz vakti tanırım. Yeter ki siz bana bir şans verin ben de ömrümün geri kalan kısmını lütfedip kabul ederseniz size vereyim çünkü başka birinin olmayı kabullenemez artık bu gönül dedim. Sonrası malum! Hızlı geçen tanıma sürecinin ardından kıydık nikahı benim ömrüm onun onun ömrü de benim oldu"

"Siz Atahanlar gerçekten bir kadını nasıl etkileyeceğinizi çok iyi biliyorsunuz. Sanırım kararlı ve ne istediğini bilen net duruşunuz alacağınız cevabın olumlu yönde olmasına da epey katkı sağlıyor"

"Net olmayacaksın da ne olacaksın? Bir kadının karşısına dev bir çınar ağacı gibi çıkacaksın ki sana güvenip hiçbir sert rüzgardan etkilenmeyeceğinizi anlasın. Öyle daha kendi ayakta duramayan o yana bu yana sallanan adamı hangi kadın ciddiye alır?"

Dede bey albümün sayfasını çevirip düğün fotoğraflarını gösterirken Behiye Hanım'ın bulunduğu yeri öpüp "Yaşlandım artık..." dedikten sonra sesi bir hayli titreyerek de "Çok korkuyorum onu unutacağım diye. Kendimi unutayım da onu unutamayayım inşallah!" deyince ona unutmasına izin vermeyeceğimizi söyleyerek sıkıca sarıldım.

Dede beyin gözlerindeki Behiye Hanım'a karşı olan özlemi hüznü acıyı ve onların sebep olduğu yaşları gördükçe o kadar üzüldüm ki anlatamam. İster istemez kendimizi koydum onların yerine. Eğer şansım yaver gitmemiş olsaydı yani o ameliyat masasında ölmüş olsaydım ben de Selim'i ardımda bu halde bırakmış olacaktım. Yıllar geçse de içine düşen ateş sönmeyecek onu her gün yakmaya devam edecekti. Etrafında kimler olursa olsun fark etmez. O baktığı her yerde beni arayacak bulamayınca da aynı dede bey gibi resimlerimize bakıp sessiz sedasız gözyaşı dökecekti. Düşüncesi bile katlanılabilir değil. Ona böyle bir şey yaşatmadığım için gerçekten çok mutlu oldum ama bir o kadar da dede beyin haline üzüldüm.


Selim ile Meral'in nikahı hastanede kıyıldığı için düğünleri Meral'in tedavisi bittikten çok sonra oldu. Oradan eğlenceli bir sahne gelsin bakalım. 

 Ailelerimizin yanına geldikten sonra güzel dilekler eşliğinde babalarımız başta olmak üzere herkesle selamlaşıp sarıldık. Hmm... Dede beye bakıyorum da bu yaşına rağmen yine de torunlarından ve oğlundan aşağıya kalmayan bir şıklık içerisindeydi. Kendisine gösterdiği özen her zaman ona olan saygımı bir tık daha arttırmıştır zaten

Karşısına geçtiğimde ellerimi tutup kollarımı iki yana açarak "Çok güzel bir gelin olmuşsun be kızım! İnan olsun herkes gibi benim de gözlerim kamaştı güzelliğinden" deyince ben de kendisine aynı şekilde iltifat edip "Sizin de damat beyden aşağıya kalır yanınız yok dedeciğim. Eminim tanıyan tanımayan herkes Selim'in sizin genlerinizi taşıdığını anlamıştır" dedim. Söylediğim hoşuna gitmişe benziyor ama gerçekten de dede bey nasıl yapıyor bilmem bu yaşında hâlâ son derece karizmatik görünmeyi çok iyi başarıyor. 

Dede bey iltifatım sonrası başını gururla dikleştirip nispet yaparcasına da "Selim'i bilmem ama bu Ahmet'i kırk kere cebime sokar kırk kere de cebimden çıkarırım evelallah! Hele bir de gençliğime denk gelecekti kerata bak bakalım o zaman esamesi okunuyor muydu?" deyince hepimiz güldük ama gülmeyen tek kişi olan Ahmet ağabey başını bitik bir halde eğip "Beni artık azat et dede!" dedi. Dede tarafından çokça sevildiği ya da belki de tek rakip görüldüğü için bu tarz laf çarpmalara her daim maruz kalacağa benziyor. Yapacak bir şey yok yani.

Bu sırada Eylül de sohbetimize yetişip Ahmet ağabeyin koluna girerek "Çocuklara bakıyordum anca geldim. Siz niye gülüyordunuz ya ne kaçırdım?" diye sordu. Ahmet ağabeye gelen vuruyor giden vuruyor gibi olmasın diye en iyisi durumu anlatmayıp sessiz kalayım. Gerçi Ahmet ağabey de ağzını açamadı çünkü dede bey hemen ellerini uzatıp "Eylül kızım da geldiğine göre asıl ben sıramı kaçırmadan kendisine bu geceki ilk dansınızı bana lütfeder misiniz hanımefendi diye bir sorayım yoksa çevredeki akbabalardan bana fırsat kalmayabilir" dedi. Kime akbaba dedi o Ahmet ağabeye mi? Ooops!

Ahmet ağabey lafın kendisine geldiğini anlayıp başı dik bir şekilde "Üzgünüm dede ama Eylül'ün ilk dans için bana sözü var" dese de dede bey anlat anlat der gibi elini alaycı bir tavırla sallayıp Eylül'den yanıt beklemeye başladı. Eylül'de muzur tabii yan gözle Ahmet ağabeye bakıp "Bu karizmatik bey ailenin en önemli Atahan'ı unvanına sahip yani bu kesinlikle reddedemeyeceğim bir teklif doktor artık seninle de bir ara boş bir an yakalarsak dansımızı ederiz. Yakalayamazsak da şansına küs" dedi. 

O muzur da Ahmet ağabey ondan aşağıya kalır mı? Kalmaz. Dudağını büküp "Züğürt tesellisi diyorsun" dedikten sonra etrafına çapkınca bir bakış savurarak "Tamam ben de ilk dans için kendime güzel bir hanımefendi bulurum elbet. Hatta tam karşımda duran beyaz elbiseli sarışın fıstık tüm danslarımı kendisine rezerve edebileceğim birine benziyor" deyince Eylül'ün hışmına uğraması da gecikmedi. Şansını fazlasıyla zorluyor haberi yok.

Eylül kravatını eline dolaya dolaya Ahmet ağabeyi kendisine doğru çekmeye başlayıp "Şu an aile içindeyiz ama tek kaldığımız bir anda olacak biliyorsun değil mi? O zaman da seni değil o sarışın fıstık bu dünya üzerindeki tüm fıstıklarda bir araya gelse kurtaramayacak bilgin olsun" dediğinde Ahmet ağabey de gülümseyerek kaşıyla gözüyle bahsettiği kızı gösterdi.

Eylül ile aynı anda o yöne baktığımızda Ahmet ağabeyin bizim cimcime Elif'i kastettiğini anlayıp gülmeye başladım. Sorun yoktu yani. Küçük hanımın Kaan ve Harun ile koşuşup balonlarla eğlenmesini izlerken görüş alanıma Berna'nın kucağında buraya doğru yaklaşan küçük prensim girince ilgim tamamen oğluma döndü. Ah! Sonunda kavuşuyoruz demek. Birbirimize yaklaşırken adımlarımı hızlandırıp orta noktada buluşur buluşmaz da Barış'ı öpüp koklayarak kucağıma aldım. Oo! Papyon da takmışlar küçücük çocuğuma...

"Nasılmış bakalım benim minik oğlum? Bugün birbirimizi göremeyip çok özledik değil mi tatlım? Sen ağabeyinle oynarken baban annene büyük büyük kocaman kocaman sürprizler yapmış bak her yer ışıl ışıl oldu. Hadi gel babanın yanına gidelim de bahçemiz hep böyle kalsın çok sevdik diyelim"

Barış'ın o tatlı mı tatlı bebek kokusunu içime çeke çeke başına bir öpücük kondurarak yeniden Selim'in yanına döndüğümde aynı ilgiyi babasından da gördü hatta her zamanki gibi Selim yine küçük beyi kucağımdan alıp bizi unuttu. Bunu yorgun olsun olmasın her zaman yapıyor. O sırada da Kaan koşarak yanımıza gelince ellerimi ona doğru uzatıp tutmasıyla da "Tam zamanında geldin bir tanem! Babanla kardeşin yine birbirlerini bulunca beni unuttular" diyerek birbirimize sarıldık.

"Ben seni unutmam merak etme"

"Teşekkür ederim tatlım"

"Anne ağaç evimi gördün mü?"

"Hayır görmedim"

"Onu da süsledik bak şimdi ne yapacağım"

Elindeki kumandayı bahçeyle uyum içinde süslenen ağaç evine doğru tutup tuşa basınca bir anda farklı bir ışıklandırmayla birlikte eskiden nikah masasına doğru yürünürken çalan müzik çalmaya başladı. Hani şu "Dııı dın dınıdın dındın dııı dınıdın dını dıııın" şeklinde olan. Hatırladın mı arkadaşım? Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken annem Barış'ı aldı Selim'de beni aldı ve bir anda misafirlerin arasından el ele kol kola geçip herkesin bizi görebileceği bir noktaya geldik.

Gözüm tanımadığım birine kırmızı bir cüppe giydiren Eylül'de olarak "Selim ne oluyor?" dediğimde Selim tek kelime etmeden sadece tek kaşını kaldırarak bana doğru baktı. Bir zahmet anla diyor yani.

"Yeniden evleneceğiz dediğinde..."

"Nikah tazelemekten bahsediyordum. Bana yeniden evet diyeceksin değil mi? Bu defa bir sorun yoktur umarım"

Gerçek nikahımız öncesi ona "Sana evet demeyeceğim!" dememe küçük bir gönderme yapıyor. Ama o zaman durum başkaydı çünkü ameliyat öncesi ailemle ilgili bana sormadan büyük bir emrivakiye imza atmıştı. Gerçi buna rağmen yine de sorulan soruya olumlu yanıt vermiştim. Korkmasına gerek yok yani. Her hâlükârda evetlerim sevgili eşimin emrine amade...

Selim'e cevabımın her şartta evet olacağını söyleyecekken tuhaf görünümlü bir adam etrafımızdan dolanıp ortamıza geldi. Resmi bir görevliye de benzemiyor ki bizim zaten resmi nikahımız hastanedeyken kıyıldı yani belediyeden bir nikah memuru gelmezdi. Kim bu adam diye düşünürken Yağız ile Ahmet ağabeyin arkadaşı Sinan önümüze nikah defterini imzalayabilmemiz için tüller ve çiçeklerle süslenmiş yüksek bir masa koydu. Şahitler olarak dede bey bir yanımıza Eylül ile Berna da diğer yanımıza geçti. Herkesin bizi pürdikkat izlediğini söylememe gerek yoktur herhalde.

Şaşkın halde dururken önündeki mikrofona "Ses bir iki!" diyen nikah memuru görünümündeki adama dönüp tuhaf tuhaf baktığımda o da aynı şekilde bana bakmaya başladı. Bir yerden çıkaracağım ama çıkaramıyorum bir türlü. O da kilitlenip kaldığımız için bir anda gözündeki kalın çerçeveli gözlüğü çıkardı ve hemen ardından da peruğunu kaldırıp sakalını indirerek "Benim ben Ahmet!" dedi. Onun Ahmet ağabey olduğunu anlayınca bana bir gülme geldi tabii. Eylül'de gülerek yanından uzanıp "Nikah memuru kim olsa diye ortaya farklı farklı fikirler atarken daha önce bir kere şahitliğinizi de yaptığı için Ahmet olsun dedik. Doktordan tertemiz nikah... Miiis!" deyince ben iyice dağıldım.

Kırk yıl düşünsem böyle bir şey yapacakları aklıma gelmezdi. İşin güzel yanı Ahmet ağabey de önce doktorum sonra da sırasıyla arkadaşım dostum şahidim ağabeyim çocuklarımın amcası şimdi de tazelenen nikahımın memuru oldu. Daha kim bilir neler olacak ama tüm kalbimle söylüyorum ki kendisi hem benim hem de Selim'in hayatında çok ama çok özel bir yere sahip olacak. 

Onu gerçekten tarif bile edemeyeceğim kadar çok seviyorum. En kötü zamanımda hastaneye apar topar gidip "Bana yardım edin Ahmet Bey ben ölmek istemiyorum" diyerek omuzunda hıçkırıklara boğulduğum anları ve beni kendisini çok büyük ve ağır bir yükün altına sokarak hayatta tutmaya çalışmasını kii bunu da mucizevi bir şekilde başarmasını asla unutmayacağım. Benim için Selim için hatta kucağımıza alabilmemize vesile de olduğu Barış'ımız için yaptığı her şey adına ona her daim minnettar kalacağım. Aynı isminin anlamı gibi minnettarlıkla ve övgüyle anılmaya layık olan bir adam o. Mutluluk aynı bizim gibi senin yakanı da hiç bırakmasın Ahmet ağabeyciğim...

Yalnız şu nikah memuru kim olacak diye fikir alışverişinde bulundukları ana şahit olmak isterdim. Bana sanki bunlara karar verirken çok eğlenmişler gibi geliyor. Of! Tüm bu anları kaçırdığıma inanamıyorum.

Bu sırada Ahmet ağabey yeniden gözlüğünü takıp saçını sakalını düzeltti ve ses tonunu ayarlayarak "Sevgili ailelerimiz kıymetli konuklarımız bildiğiniz üzere bugün buraya Meral ile Selim Atahan çiftinin zaten var olan nikahını yineleyip tazelemek için toplandık" deyip alkış sesleriyle birlikte nikaha başladı. Selim ile el ele tutuşup tüm ciddiyetimizle Ahmet ağabeyi dinlerken o da romantik bir tonlamayla ara sıra bize ara sıra da Eylül'e bakarak sözlerine devam etti. Bu seferki metin yazarımız kim çıkacak çok merak ediyorum.

"Evlilik iki ayrı bedende tek bir ruh olmayı başarabilen çiftlerin çıktığı eğlenceli bir yolculuğa benzer. Temelinde bu güzel çiftimizde de olduğu gibi sevgi varsa güven varsa hele ki anlayış hoşgörü sadakat ve bağlılıkta varsa bu yolda el ele olduğunuz sürece herhangi bir engelin sizi durdurması pek mümkün olmaz"

Ah! Eğlenceden bahsettiğine göre metin yazarı kendisi galiba. Selim ile birlikte dalmış bir halde Ahmet ağabeyi dinlerken önce Eylül sessizce "Bir dakika bir dakika! Affedersin ama sen benden önce kaç kere evlendin ki? Duyan da Yedi Kocalı Hürmüz zanneder... Yani Yedi Karılı Pürmüz... Of! Anladın sen işte!" dedi sonra da benim sağımda duran dede bey onun lafının arasına girip aynı sessizlikle "Uzatmasana hayta! Aşkı kırkından sonra bulmuşsun bir de haline bakmadan millete evliliğin ne olduğunu mu öğretiyorsun? İmzaya geç imzaya!" deyiverdi.

Bırakın tatlı tatlı anlatsın adam ama yok illa bozup lafını ağzına tıkayacaklar Ahmet ağabeyimin. Yalnız ben Eylül'ün "Yedi Karılı Pürmüz" benzetmesinde kaldım hâlâ çenemi toparlayamıyorum. Düşünme Meral düşünme! Başka bir şeye odaklan inan bunu yapabilirsin. Ahmet ağabey bir dedesine bir de Eylül'e bakıp karışmayın dercesine manalı bir şekilde öksürdükten sonra burnunun ucuna düşen gözlüğünü geri itip yeniden nikaha geri döndü.

"Şimdi sizlerin huzurunda bu yolculuğun hakkını en güzel şekilde veren Atahan çiftimize birlikteliklerini yeniden onaylayabilmek için bu yolculuğa devam etmek isteyip istemediklerini bir kez daha soruyorum. Siz Meral Tekin Atahan! Hiç kimsenin baskısı altında kalmadan kendi hür iradenizle iyi günde kötü günde hastalıkta ve sağlıkta her zaman her yerde Selim Atahan'ı bir ömürlük eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?"

Selim ile birbirimizin ellerini sıkıca tutup "Kabul ediyorum" dediğimde alkışlar eşliğinde Ahmet ağabey aynı soruyu bu kez de Selim'e yöneltti. Selim'de aynı benim gibi hiç düşünmeden "Kabul ediyorum" dedikten sonra Ahmet ağabeyin "O halde ben de sizi tüm davetlilerimizin huzurunda yeniden karı koca ilan ediyorum. Ömrünüzün sonuna kadar aranızdaki bu özel sevgiyi korumanız dileğiyle" dedi.  

Biz birbirimize sarılıp gülümseyerek bizi alkışlayan ailelerimize bakarken az önce farkında değildik ama meğerse arka taraf biraz karışmış. Bunu da kulağımıza tarafların konuşmaları çalınınca anladık. Dede bey kızmış bir halde "Şahidim ben şahit! Ne diye usulüne uygun bir şekilde siz de bu evliliğe razı mısınız demeden nikahı bitirdin hayta! Süs bitkisi miyim ben burada? Boz nikahı baştan alıyoruz" dese de Ahmet ağabey kendisini gayet iyi savunup "Beyin cerrahından nikah memuru yaparsanız o da ancak bu kadar olur! Hem tam hızımı almışken Eylül ile ikiniz lafımı bölüp kafamı karıştırdınız dede nasıl toparlamamı bekliyordunuz?" deyiverdi. Doğru ya şahit misiniz diye sormadan hemen nikahı sonuca bağladı. Araya girip müdahale edilince mevcut sıra ister istemez karıştı tabii.

Tartışmayı sonlandırmak için araya girerek "Dedeciğim" deyip hemen dede beye sarıldım. O da bana sarıldı ama bir yandan da "Bu Ahmet yine bir haltı beceremedi! Ben de cânı gönülden razıyım evlensin çocuklarım diyemedim bu zibidinin yüzünden!" demeyi sürdürdü. Geri çekilip "Olsun yanımızda olmanız bile evliliğimize razı olduğunuzu gösteriyor" dedikten sonra dikkati dağılsın diye parmağımdaki yüzüğü gösterip "Sadece siz de değil bakın bu yüzük sayesinde Behiye Hanım'da burada bizimleydi" dedim. Parmağımdaki yüzüğe gözleri nemlenerek bakıp "Taktın demek" deyince benim de gözlerim hemen nemlenmeye meyil etti ama ağlamak istemediğim için hızla toparlanıp "Sizler bu özel yüzüğü bana emanet etmeyi uygun görmüşken ben onu takmaz mıyım hiç?" dedim.

Dede bey elimi tutup başparmağını yüzüğün üzerinde gezdirdikten sonra "Aynı Behiye'm ve Zülal annen gibi sana da çok yakışmış. Senin de iki oğlun var. İnşallah bir gün sen de bu yüzüğü ilk gelinine teslim eder o güzel anları da eşinle çocuklarınla ve bizlerle birlikte layıkıyla yaşarsın. Gerçi ben o zamanlar olamam herhalde" deyince yüzümü düşürüp "Demeyin öyle ne olur. Hep beraber yaşayacağız bu güzel anları" dedim ama dede bey pek öyle düşünmüyor olacak ki "Ben isterim de yaşım el vermiyor be kızım! Ama üzülme öyle dedim diye nasılsa beni gideceğim yerde Behiye'm bekliyor Behiye'm!" deyiverdi.

Bunu dediğinde yeniden sarıldık ama omzumun üzerinden yine mi Ahmet ağabeyle karşı karşıya geldiler bilmem bir anda atarlanıp "Bir daha bu Ahmet'e nikah falan kıydırmayın. Beceremiyor hayta! O anca gitsin hastane koridorlarında endamını gösterip orada burada fink atsın!" dedi. Eyvah eyvah! Uzunca bir süre dede bey torununu bu sebepten zorlayacağa benziyor.

"Yok yok! Artık atamaz o fink falan çünkü teşebbüs anında direkt ensesindeyim. İstihbarat ağım kusursuz çalışıyor hapşırsa haberim olur"

"Hay yaşa be Eylül kızım! Benden yana sana tam yetki eti senin kemiği benim göz açtırma bu zibidiye!"

"Dede kaç yaşına geldim zibidi falan ayıp oluyor"

"Değil misin? İşin gücün haylazlık edip ortalığı karıştırmak. Küçükken de böyleydi bu! Bir gün hiç unutmam..."

Ahmet ağabey gözlerini korkuyla açıp bize doğru "Çocukluğuma indi acilen konuyu değiştirin" deyince Selim'de istediğini yaptı ve "Bu hikayeyi başka bir gün dinleyelim çünkü ben dedeme bu özel anımızı bizimle paylaştığı için teşekkür etmek istiyorum" diyerek dedesini öpüp onun da az önceki mevzuyu unutarak "Çok mutlu olun evlatlarım! Ömür boyu kalbiniz birbirinizin sevgisiyle dolup taşsın inşallah" demesiyle yavaş yavaş yürütüp kardeşimden de dedesine masaya kadar eşlik etmesini istedi. Ahmet ağabey de sonunda rahat bir nefes aldı yoksa birazdan bayılacaktı adam.


Meral'in Mektupları & Selim'in Günlüğünden Notlar ;)

Normalde mektup ya da günlük gibi şeyler yazmayı hiç beceremem ama nasıl olduysa bu hikayede Meral ve Selim karakterlerinin ağzından bu ikisi de çok rahat yazabildim :) 

Meral karakterinin 2.Mektubundan...

Bu defa mektubuma nasıl başlayacağımı bilemedim. Sana bu satırları yazarken o kadar karmaşık duygular içerisindeyim ki anlatamam. Çok istediğim belki de hayalden öteye gidemeyeceğini sandığım bir mucizeye o kadar yaklaşmıştım ki sanki elimi uzatsam onu yakalayacakmış gibiydim. Ama anı kaçırdım. Kaçırmak zorunda kaldım. Elimi uzatmayı çok istedim ama bir şey bana engel oldu. "Sakın!" dedi. Sakın bunu yapma hiç sırası değil. Bunu yapman demek bu zamana kadar yaptığın zorluğunu çektiğin her şeyin boşa gitmesi heba olması demek.

Hayatımın kontrolünü kaybetmişim gibi hissediyorum ve inan bana bu çok can sıkıcı bir durum. Sen de hiç benim gibi hissettin mi? Yani bir yandan bir şeyleri toparladığını düşünüp içten içe sevinirken diğer yandan da aslında en az onun kadar önem verdiğin şeyleri yıkıp geçtiğini ve bunların da tüm enerjini çekip seni güçsüz bıraktığını hissettin mi? Aslında ben bunları uzun süredir hissediyorum ama bugün yaşadıklarım bir kat daha ağır geldi sanki. İyilikleri için olduğunu düşünerek o kadar çok insanın kalbini kırdım ki geri döndüğümde yaptıklarımı tamir edebilmem için bana bir fırsat tanıyacaklar mı onu bile bilmiyorum.

Hiç kimsenin bilmediği bir sırrın oldu mu?

Soruyorum çünkü benim oldu ve belli ki bu konuda yanıma bir yandaş arıyorum. Ben hayatımda ilk defa sevdiklerimden bir şey gizliyorum. Ama öyle böyle değil gerçekten önemli bir şey. Bunun verdiği ağırlığı tahmin bile edemezsin. Ama şu an düşünüyorum da acaba sevdiklerimle bu sırrımı paylaşmış olsaydım mı daha çok acı çekerlerdi yoksa gizlemek zorunda kalırken onlara yaşattıklarım mı daha fazla yaralanmalarını sağlardı emin değilim. Anlayacağın doğrularım ve yanlışlarım birbirine girmiş vaziyette. Bir onların kördüğüm olmadıkları kalmıştı o da oldu sonunda.

Peki şu "Göz açıp kapayana kadar..." denilen sözü bilir misin? Eminim biliyorsundur. Şimdi tek dileğim bu sözün gerçeği yansıtması çünkü hiç istemediğim halde başrolüne atandığım kabusumdan gözümü açıp kapayana kadar kurtulmak ve bir an önce de uyanıp hayatıma kaldığım yerden devam istiyorum.

İçini kararttım değil mi? Kim bilir ne sıkıntılarla boğuşuyorsundur. Başında binbir türlü dert ve yapılacak da bir sürü işin vardır. Onca işinin arasında bir de çok gerekliymiş gibi ben çıktım başına. Ama merak etme şimdi hatırladım. Yol arkadaşım bana sonu olumsuza bağlanan cümleler kurmayı yasaklamıştı. Bu yüzden kapanışı üzerinde kara bulutlar gezen kelimeleri bir araya getirerek yapmayacağım.

Her şey sona erdiğinde yani kimseden bir şey gizlemek zorunda kalmayacağım günler geldiğinde tüm bu yaşadığım kafa karışıklıklarına zorluklara acılara her ama her şeye değecek çünkü ne kadar uğraşmam gerekirse gereksin sevdiklerime sıkı sıkıya sarılıp beni affetmelerini sağlamak için elimden gelenin en iyisini yapacağım çünkü o zaman yıktıklarımı tamir edebilmem için bolca vaktim olacak.

Şimdi tek odaklanmam gereken şey o vakti kazanmak için vereceğim savaştan galip çıkmak. Sonucun ne olduğunu bilmek istersin değil mi? Bence beni bu kadar dinledikten sonra kesinlikle istersin. Merak etme ilk ulaşacağım kişi sen olacaksın ve bu defa bunu uzun uzun cümleler kurarak yapmayacağım. Gelen mektubu açtığında o bembeyaz sayfanın ortasında yazan tek bir kelime sana bu savaşın kazanan tarafını alenen belli edecek.

(Meral ameliyattan sağ çıktı ve bahsi geçen mektubun ortasına "Kazandım!" yazdı ;) (Aslında kurgu gereği ölmesi lazımdı ama okurlarımdan yoğun baskı yiyince kızı yaşatıp hikayeyi uzatmıştım :okuristeğineherdaimsaygıduyanamatöryazaremojisi:))


Meral karakterinin 3.Mektubundan...

Seninle dertleşmeyeli uzun zaman oldu. Belki de beni çoktan unutmuşsundur bile...

Hatırladığım kadarıyla sana en son içinde kart olan güzel bir saksı çiçeği göndermiştim. Umarım çiçeğini bir kenara atıp solmasına neden olmamışsındır. Ona çok iyi bak olur mu? O biraz narin bir çiçek sakın boynunu büküp ölmesine izin verme. Ne olursa olsun bir şekilde yaşat onu.

Sana o çiçekle beraber gönderdiğim kartta yazılanları dinliyor musun bilmiyorum ama ne olur hayatın akışına uymaya devam et. Yaşadığın ya da yaşayacağın zorluklar seni yıldırmasın. Hem ne demişler "Gökkuşağını görmek istiyorsan öncesinde yağan yağmuruna da katlanmalısın" değil mi? Seni bilmem ama ben o gökkuşağını görebilmek için tüm fırtınaları göğüslemeye hazırım.

Aslında bakma böyle olumlu konuştuğuma bu aralar nelerle boğuştuğumu tahmin bile edemezsin. Büyük stres altındayım. Resmen perişanları oynuyorum çünkü hayatımda iyi gitmeyen ve bir türlü düzelmesini sağlayamadığım şeyler var. Elimin kolumun bağlı olması da canımı epeyce sıkıyor tabii.

Hiç adın kadar emin olduğun bir konuda aniden tereddüde düştüğün oldu mu? Bir anda tüm dengelerini alt üst eden bir tereddütten bahsediyorum. Sanki ne yaparsan yap sonuç değişmeyecek ve sen her hâlükârda önündeki bir çuval güzelim inciri berbat edecekmişsin gibi bir his... Ah! Ben düştüm ve inan bana bu insana kendisini çok kötü hissettiren bir duygu.

Büyük bir aile şirketini yönetiyorsun değil mi? Eminim ki omuzlarındaki yük de bir o kadar ağırdır. Düşün şimdi... Kendinden gayet emin bir şekilde verdiğin karar sonrası tüm şirketin elinden kayıp gidiyor ve senin de onu geri getirebilmek için elinden hiçbir şey gelmiyor. Öylece arkasından bakıp kalıyorsun ki bu da hiç beklemediğin ve hesaplamadığın bir sonuç oluyor. Ne kadar kötü hissettin değil mi? Şimdi beni daha iyi anlamışsındır herhalde çünkü ben de bu örnekteki gibi bir nevi aile şirketimi kaybetmekle karşı karşıya gibiyim. Şu "Ya hep ya da hiç" denen şey benim bünyeme pek de iyi gelmiyor. Geriliyorum. Çok geriliyorum.

İşin kötüsü gerildikçe de paniğe kapılıp hata üstüne hata yapıyorum. Söylemek isteyip de söyleyemediğim o kadar çok şey var ki... Aslında belki de lafın ucunu bir bulsam gerisi çorap söküğü gibi ilerleyecek ama olmuyor işte. Bir süredir gerçekten çok karamsarım ve bu halimden hiç mi hiç hoşlanmadım. Bu yüzden sana bu mektubu yazarak bir nevi kendime de reset atmış oluyorum. Evet kendimi gerçekten de an itibarıyla sıfırladım. Her şeye en baştan ve daha güçlü bir şekilde başlayacağım. Bir de böyle deneyeyim bakalım.

Seninle bir anlaşma da yapalım mı? Evet dediğini varsayıyorum. Yarın sabah uyandığımızda artık her şeye olumlu yönden bakmaya çalışalım mı? Hayatın kötü yanlarını görmeyip sadece güzele odaklanalım. Bir de sloganımız olsun mu? Bu soruma da olumlu yanıt verdiğini varsayıyorum. Evet hazırsan sloganımızı açıklıyorum tek taraflı mektup arkadaşım.

Hayat kısa anı yakala!

Sonraki mektuplar çok uzundu onları eklemedim 

Şimdi de Selim karakterinin günlük notuna geçelim ;)

Az önce elime isimsiz bir mektup geçti. Orada da yazdığı gibi hem de bu devirde...

O mektubu gönderen kimdi ya da bunu neden yaptı bilmiyorum ama orada yazılanlar tuhaf bir şekilde bana kendimi iyi hissettirdi. İyi hissetmemin nedeni elbette ki bana methiyelerde bulunması değildi. İyi hissettim çünkü hem farkında olmasak da etrafımızda hâlâ düşüncelerini ifade ederken bu denli içten ve zarif olabilen insanların olduğunu bilmek bana iyi gelmişti hem de bugün kendimi her zamankinden daha yalnız hissettiğim için beni bu uçsuz bucaksız yalnızlık duygusundan çekip çıkarmıştı.

Elini uzatarak beni yalnızlığımdan çekip çıkaran bu meçhul kişi bir süredir beni izlediğini söylüyor. Ona iyi bir gözlemci olduğunu söylemek isterdim çünkü bana ulaşmak için en doğru yolu seçmiş. Bu modern hayata her ne kadar uyumlu gibi gözüksem de aslında bir miktar eskilerde kalmış biriyim. Duygularını yazarak anlatmak benim için en değerli olanıdır. Ben de öyle yapıyorum çünkü.

Söylediği gibi elimde tuttuğum mektupta ve zarfın içinde küçücükte olsa ona dair bir işaret aradım. Onu bana gönderen kişiye ait herhangi bir işaret... Ama bulamadım. Bunu neden yaptım bilmiyorum çünkü açık konuşmam gerekirse o kişinin kim olduğunu öğrenmeli miyim bundan pek de emin değilim. Belki de istemiyorum. Tanırsam yani onun kim olduğu bilirsem o güzel büyü bozulur gibi geliyor ve ben uzun zamandan sonra kendimi iyi hissetmeme yardımcı olan o "ikinci" kişiyi kaybetmeyi hiç istemiyorum.

İlki kim mi?

Sanırım sayfaları bu kadar çabuk doldurmuş olmam onun kim olduğunu alenen ortaya koyuyordur.

Asansör arıza yaptığı esnada o da oradaymış ve bizi izliyormuş. O an dışarıdan nasıl göründüğümüz hakkında hiçbir fikrim yok ama Meral kollarıma yığıldığı anda kendimi bambaşka bir zaman dilimindeymişim gibi hissettim. Birine söylesem eminim bana tanıdığı bir psikiyatrın kartını uzatıp en kısa zamanda kendisiyle bir görüşme yapmamı önerir çünkü Meral'i kollarımda tutarken bir an annemin solgun yüzünü onda gördüm.

Bana seslenip arkamı dönmemle birlikte önüme düşerken yakaladığım ve gözlerini açması için yalvardığım annemin o solgun o donuk ifadesinin aynısı bir an Meral'in yüzünde canlanmıştı. Elbette ki bu sadece bir göz aldanmasıydı ama ben o yüreğimin sökülüp elime verildiği günü sanki tekrardan yaşamıştım. Açık konuşmam gerekirse aynı şeyleri bir kez daha yaşamayı kaldırabilir miyim emin değilim. Umarım böyle bir şey yaşamak zorunda kalmam.

Hâl ve tavırları konuşmaları hatta belli belirsiz gülümsemeleri bile birbirlerine o kadar benziyor ki. Annem de hiçbir zaman sesli gülmezdi ama o da bulunduğu ortamı aydınlatabilen güzel bir gülüşe sahipti. Bu özellik sadece bu iki kadında gördüğüm en dikkat çekici benzerlikti. Diğer bir benzerlikte tek bir sözleriyle beni düşünmeye sevk etmeleriydi.

Annem hâlâ hayatta olsaydı inanıyorum ki Meral'i tanıdığında çok sever bana da onu asistanım olarak seçtiğim için "Bu sefer en doğru kişiyi bulmuşsun sakın onu kaybetme" derdi.

Bazen Meral'e baktığımda dalıp gidiyorum. Aklıma küçükken anneme söylediğim söz geliyor. Şu 13 Mart 2011 tarihli sayfama da yazdığım söz. O sözü anneme söylediğimde 7 ya da 8 yaşlarındaydım. Annem o sözüme karşılık beni kucağına oturtup elini göğsümün üstüne koyarak "Kalbinin sesine güven o seni asla yanıltmaz" demişti. Ben de öyle yaptım ve inanıyorum ki yanılmayacağım.

Onu çok özlüyorum. Hem onu hem de bana zaman zaman yol gösteren sözlerini. Hele böyle günler de daha çok.

Annem

Bugün 13 Mart 2015

Seni kaybedişimizin üzerinden tam on bir yıl geçti. Yokluğuna alışmak o kadar zor ki. Babamı görmek için eve her gittiğimde hâlâ kapıların ardından çıkıp bana o sıcacık gülümsemenle "Hoş geldin Selim'im" dediğini hayal ediyorum. Keşke diyebilsen...

Dün Ahmet beni ziyarete geldi. Ağabeyime ismiyle hitap ediyor oluşum aramızdaki mesafenin hâlâ kapanmadığını belli ediyor olmalı. Biliyorum eğer burada olsaydın bizim kardeş olduğumuzu ve kardeşlik bağımızı hiçbir sebepten ötürü koparmamamız gerektiğini söylerdin. Özür dilerim ama ben bunu yapamıyorum. Ona hâlâ çok kızgınım. Sanki bu kızgınlığım hiç geçmeyecekmiş gibi hissediyorum.

Bana gayet resmi bir tavırla bugün senin için bir anma yemeği organize ettiğini söyledi. Sanırım yanıma gelişinde biraz da babamın parmağı vardı. Kesinlikle o ısrar etmiş olmalı. Beni affet çünkü oraya gitmeyeceğim. İtiraf edecek olursam eğer ilk başta sırf senin için kabul etmeyi düşündüm ama Ahmet ile aramızda geçen konuşmalar öyle bir tırmandı ki böyle bir günü karşımda bana negatif hisler uyandıran birine bakarak geçirmek istemedim.

Seni anmak için başkalarına ihtiyacım yok. Bu gece en sevdiğin yemeği hazırlayıp geçmişe küçük bir yolculuk yaparak sen hâlâ yanımdaymışsın gibi hissetmeyi planlıyorum. Yani bu akşam oğlunuzla bir randevunuz var Zülal Atahan.

Seni Seviyorum Annem

Oğlun Selim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder